30 Ocak 2016 Cumartesi

RUSYA, MİSİLLEME PEŞİNDE

RUS UÇAĞI YİNE HAVA SAHAMIZI İHLAL ETTİ. SEBEBİ MİSİLLEME.






Uçağının düşürülmesinden sonra Rus yönetimi gereğinden fazla tepki vermiş ve Putin misilleme yapılacağını açıklamıştı.

Akabinde Rusya, Suriye'de hava savunma sistemleri kurdu. Bu sistemler tamamlanınca Putin "Yine düşürsünler bakalım" demişti.

Türkiye ve NATO gerginliğin azaltılması ve doğrudan görüşmelerin yapılabilmesi için girişimlerde bulundular. Ama Putin kinci ve intikamcı politikasında ısrar etti. Ekonomik yaptırımlar ile bu kinci politikalarında Türkiye'den çok Rusya'ya zarar verme pahasına geri adım atmadı.

Türkiye, uçak olayından sonra yeni bir gerginliğin yaşanmaması için Suriye hava sahasında ve sınır boylarında daha dikkatli ve titiz davranmaya çalıştı. 

Ruslar ise bunu Suriye'deki varlıklarını pekiştirmek ve daha agresif olabilmek için fırsat olarak kullandılar. Bayırbucak'a bomba üstüne bomba yağdırdılar. 

Düşman IŞİD olduğu halde IŞİD'den başka kim varsa Esad'a muhalif Rusya hep onları bombaladı.Yani Türkiye'nin de batılı müttefikleri ile birlikte desteklediği grupları hedef aldılar.

Türkiye'nin Suriye sınırında yeni bir kriz yaşanmaması için titiz ve ihtiyatlı davranması nedeniyle rahat hareket eden Rus yönetimi elde ettiği mesafeleri görünce cesarete geldi ve intikam peşine düştü.

İşte bu uçak olayı ile düşürme girişimi beklediler Türkiye'den. Uçak kasten hava sahamızı ihlal etti ve düşürmemizi beklediler. Böyle bir olay olsaydı artık hangi saldırıları planladılarsa ( ki muhtemelen savaş uçaklarımıza) yapacaklar ve misilleme ile intikamlarını almış olacaklardı.

Böyle bir girişim olması halinde her halde Rusların Suriye'de bulunan hava savunma sistemleri devreye girecekti ve uçaklarımızı düşürme saldırısı yapacaklardı.  

Bu niyet şunu da gösterir. Eğer uçak olayından sonra uçaklarımız Suriye hava sahasını ihlal etmiş olsalardı Rusya daha o zaman uçaklarımıza misilleme saldırısı yapacaktı anlamı da çıkabilir. 

Bize göre bugün yaşanan ikinci ihlal olayında Rus uçağının düşürülmemesi ile TÜRK-RUS SAVAŞI'NIN eşiğinden dönülmüştür.


Tekrarı yaşanabilir mi? Yaşanırsa ne yapmalıyız?
Tekrarı yaşanabilir. Yaşanırsa düşürmeliyiz. Bu manada pilotlarımıza verilen "emir beklemeden düşür" emri doğrudur.

Ancak büyük bir savaşa hazırlıklı olmalıyız. O büyük savaş "GELİYORUM" diyor.

29 Ocak 2016 Cuma

15 dk sonra hagousttayız

BUGÜN SAAT 24.00 İLE 02.00 ARASINDA HANGOUSTTA OLACAĞIZ İNŞALLAH.

İSTEYEN TAKİPÇİLERİMİZ BAŞBUĞUN ÇERİSİ HANGOUSTTA EKLEYİP KONUŞMALARI İZLEYEBİLİR.KATILABİLİR.

***

SOHBET BİTTİ İNŞALLAH YARARLI OLMUŞTUR.

KATILAMAYAN TAKİPÇİLERİMİZ SORULARINI safaasya@hotmail.com ADRESİNDEN MAİL ATARAK SORABİLİRLER. ALLAH CC RAZI OLSUN.

28 Ocak 2016 Perşembe

BEYİN MIKNATISI

DEMOKRASİLERDE BEYİNLERİ ESİR ALAN MIKTANIS HİLELERİ





Dünyada iki çeşit demokratik ülke vardır. 
Halkı eğitimli ve belli bir kültür seviyesine sahip olan ülkeler ile halkı henüz yeterli eğitim ve kültür seviyesine ulaşamamış ülkeler.

Aslında halkı eğitimli ülkeler için demokrasiden söz edilebilir ama halkı eğitimsiz ülkelerdeki demokrasiye "demokrasi oyunu" demek daha doğru olur. Çünkü bu ülkelerde gerçekten bir demokrasi oyunu yani hileli bir yönetim ile halk kandırılmaktadır.

Oyunun adı "Beyin Mıknatısı" oyunudur.

Gerçekte liderlikle uzaktan yakından alakası olmayan sıradan biri halka büyük bir lider olarak tanıtılabilir. Ve yıllarca iktidarda kalması ve sahiplerine hizmet etmesi sağlanabilir.

Mıknatıs oyununda her şey zıtlık teorisine göre planlanır.

Bir insan hakkında; halkın inanacağı kişi o kişinin bazen dostu bazen de düşmanıdır.O nedenle dost da düşman da ele geçirilmeli ve hem dostça hem de düşmanca destek sağlanarak lider desteklenmelidir.

Teorinin ana unsurları her şeyde ikilik, her konuda zıtlık ve düşmanlıklar üzerine kuruludur.

 Mümkün ise halk ikiye bölünmeye çalışılır. Çatışmasız bir bölünme yani fikir düşmanlığı geliştirilir. İki fikre mensup olanlar gördükleri yerde birbirlerini öldürmezler ama birbirlerine karşı içlerinden iyi şeyler de düşünmezler. Tabi halkı bu şekilde ikiye ayırmak kolay iş değildir.

Bunun için lider olarak tanıtılan kişinin halkın bir kısmını hedef alan ve diğer kısmının da bir takım değerlerine sahip çıkan açıklamalar yapması lazımdır.Ve işe bununla başlanır.

Sonra medya planları devreye sokulur. Muhalif medya varsa tüm yöntemler kullanılarak muhalif medya ele  geçirilir. Ama ele geçirildiği belli edilmez. Halktan gizlenir. Halk o medya grubunu muhalif sanmaya devam eder. 

Ele geçirilemeyen ve gerçekten muhalif olmaya devam eden medya ise halkın gözünden düşürülmek ve önemsizleştirilmek için hedef tahtasına konur.

Şimdi iki çeşit medya oluşmuştur. Birisi açıktan destek veren yandaş medya, diğeri ise açıktan düşmanmış gibi görünüp ve gerçekte dolaylı destek veren işbirlikçi medya.

Yandaş medya bir yayın yapar ve liderin eşsiz özelliklerinden bahseder. İşbirlikçi medya ise açıktan lideri karalarken, icraatlarını överek dolaylı destek vermiş olur. Veya liderin rakiplerini eleştirerek destek çıkar. Bunun yani dolaylı desteğin binlerce çeşidi olabilir. Mesela lideri eleştiren alt yazılı bir haberine çok güzel çıkmış bir fotoğrafının eklenmesi dolaylı destektir. Bu tip haberlerde genellikle lider kasıtlı olarak haksız yere eleştirilir. Lider haklı çıkınca dolaylı destek verilmiş olur. Liderin haksız çıkacağı konu zaten hiç işlenmez.

Zıt medyanın tamamlayıcısı anket şirketleridir. Tıpkı medyadaki kutuplaşma gibi anket şirketlerinde de kutuplaşma oluşturulur. Ama aslında tüm anket şirketleri aynı torbada nemalanmaktadırlar.Ve aynı torbada yatıp kalkmaktadırlar.Halk onları ayrı kutuplar görür ve birinin yalanına diğerinin yalanından inanır. 

Sürekli belli konularda anketler açıklanır. Aslında anket yapıldığı falan da yalandır. Önceden planlanan sonuçlardır açıklananlar. Önce yandaş olan çıtayı yüksek tutar.

"Lidere verilen destek yüzde seksenlerde" diye sonuç açıklar. Tabi halk buna inanmaz. Zaten inanması da beklenmemektedir. Sonra düşman görünümlü işbirlikçi anket firması devreye girer ve "Lidere destek yüzde altmışlarda" der. O da yalandır. Ama halk yandaş yerine düşman görünen işbirlikçiye kolayca inanır.Oyun da budur. Aslında yüzde otuz olan destek halk tarafından yüzde altmış olarak düşmanın dilinden öğrenilmiştir. Hepsi yalandır ama halkı kandırdığı ve istediği gibi yönlendirdiği hatta sandıklardan istedikleri sonuçları dahi alabildikleri tamamen doğrudur.

Medya ve anket firmaları; halkı kandırmak, yönlendirmek için küresel güçler tarafından kullanılan ve az gelişmiş ülkelerin demokrasilerini hileli demokrasi oyununa dönüştüren ana unsurlardır.

Ekonomik olarak ne medya şirketlerinin ne de anket firmalarının; ticari faaliyetlerinden elde ettikleri ve kamuoyuna açıkladıkları göze görünür bir karları yoktur. Ekonomik faaliyetleri kar elde etmek amacından ziyade sosyal faaliyet gösteren yardım kuruluşları gibidir.    

Dünyadaki bütün az gelişmiş ülkelerde bu demokrasi oyunu oynanmaktadır. Halkların bu oyunlara kanmamak için alacakları yegane tedbir, eğitimli olmak ve eğitimli nesiller yetiştirmektir. Başka da bir çaresi yoktur. Tabi demokrasi içinde kalınacaksa. Siyasette sahte düşmanlıklara sahte dostluklara kanmamak lazımdır. Düşman bilinenler gizli dost,dost görünenler gizli düşman olabilirler.

Aydınların sürükleyici olduğu toplumlarda bireyler söylenenlere inanan değil; yapılanlara bakan ve doğru veya yanlış olduğunu, yapılması gerekli veya gereksiz olduğunu bilebilecek kadar bilgi ve kültür seviyesine sahip insanlardan oluşur. 

Yapılması gerekenleri bilenlerin oluşturduğu toplum yapılanların doğruluğunu ya da yanlışlığını da kolayca anlayabilir.

Türkiye'deki durum ise yukarıda yazdıklarımızdan biraz daha farklıdır. Türkiye'de her şey kontrol altındadır ve kontrolsüz bir beyin mıknatısı oyunu oynanmasına asla izin verilmemektedir.

Hak ettiğimiz güce kavuştuğumuzda en güzel yönetimin nasıl olması gerektiğini de Türkiye tüm dünyaya gösterecektir İnşallah. 

ABDULLAH EL MUHEYSİNİ MELHAMEİ KÜBRA DAVETİ YAPTI

ABDULLAH EL MUHEYSİNİ'NİN DAVETİ ISLAH HABER'DE YAYINLANDI

   Şeyh Muheysini, 'Suriye'de Hz. Muhammed'in haber verdiği Melhame Savaşı başlıyor'



Fetih Ordusu'nun öne çıkan liderlerinden ve Suriye devriminin sembol isimlerinden biri olan Suudi Arabistanlı davetçi Dr. Abdullah Muhaysini, Suriye'deki Rus hava saldırıları hakkında bir açıklama yayımladı. “Ruslar süper güç” diyenlere seslenen Muhaysini, "Allah (s.v.t) güç bakımından Ruslardan daha çetindir. " dedi. İran, Rusya ve Amerika'nın aralarındaki ihtilaflara rağmen İslam'a savaş açmak üzere birleştiğini vurgulayan Muhaysini, tüm cihat liderlerinden büyük bir savaşa hazırlıklı olmalarını istedi. Muhaysini, Hz. Muhammed'in hadislerinde geçen "Melhame" savaşlarının yaklaştığına inandığını söyledi.

Küresel Analiz haber sitesi, Muhaysini'nin açıklamasının çevirisini paylaştı. Açıklama şöyle:

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla

Ey bütün liderler!

Ey Mücahitler!

Ey Şam ehli!

Size olan sevgi ve nasihatimi biliyorsunuz. Kardeşinizden şu kelimeleri duyun, umulur ki Allah onları faydalı kılar.

Ey Şam ehli!

İnsanlar size karşı toplandı, bunun üzerine Hasbunallahu ve ni’mel-vekil (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) deyiniz. Bu sözü Allah Rasulü’nün (s.a.v) sahabesi (r.anhum) daha önce söyledi ve Allah’tan bir nimet ve lütufla savaşlardan geri döndüler, onlara bir kötülük de dokunmadı.

Ey Şam ehli!

Size “Ruslar süper güç” diyorlar, onlar görmediler mi ki Rusları yaratan Allah (s.v.t) güç bakımından Ruslardan daha çetindir. Ad nerede? Sütunlar sahibi İrem kenti nerede? Firavun nerede? Karun nerede? Hatta daha yakına gelin. Sovyetler Birliği nerede? Onlara dair bir iz görüyor musunuz? Cesetleri parça parça olup çürümüş, onları Horasan dağlarındaki solucanlar, kurtçuklar yemiştir. Vadi ed Dayf ve el Hamidiyye kuvvetleri nerede? Ebu Zuhur Havaalanı’ndaki kuvvetler nerede?

Ey Şam ehli!

Allah (c.c) sizlere buyuruyor ki : “İşte bu şeytan ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimselerseniz onlardan korkmayın, benden korkun” (Âl-i imran-175)

Ey Şam ehli!

Doğrudur, onların yanında uçakları var ancak şunu hatırlayın ki bizimle birlikte yerin ve göklerin Rabbi var. Hasbunallahu ve ni’mel-vekil deyiniz ama askeri ve şer’i sebepleri ile amel etmeden bu sözü söylemeniz yetmez. İşte Rusya müdahale ediyor ve İran bütün pişkinlik ve arsızlığı ile övünerek, "Suriye’deki hava rotaları 3 gruba tahsis edilmiş: Suriye hükümeti, Rusya ve IŞİD’e karşı koalisyon"diyor. İran şöyle diyor: "Yakında bizim de bir hava güzergahımız olacak."

Bu gelişmelerin ancak Nebi’nin (a.s) haber verdiği melhameler (savaşlar) olduğunu sanıyorum. Allah’a yemin olsun ki Farslar ve Rumlar Allah’ın izniyle bu iş için gerekli şer’i ve askeri sebepleri yerine getirirseniz kılıçlarınız altında kırılacaklar, bozguna uğrayacaklar. Şaşırmaya gerek yok.Rusya’nın müdahil olmasına şaşmaya gerek yok. Şam toprağı melhamelerin (savaş, destan) toprağıdır. Şam’da kim ipleri eline alırsa dünyayı o yönetir ve dünyanın efendisi olur. İşte sizler Fetih Ordusu adındaki yapılanmanın altında bazı gruplar birleştiğinde meydana gelen basit ve ilahi bir dersi görüyorsunuz. Senelerce direnen ve efsane olan kaleler Fetih Ordusu’nun önünde sallantıya uğradı.

Ey komutanlar, liderler!

Belki yakında iletişim araçlarından bile irtibat kuramayacağız, belki uluslararası saldırı ve hedef alınışımızın şiddeti yüzünden görüşme, nasihatleşme yapamayacak, diyalog kuramayacağız. Sizler bunu iyi bir şekilde idrak ediyorsunuz.

"İran, Rusya ve Amerika İslam'a savaş açmak üzere birleşti"
Ey liderler!

Sizleri seven bir nasihat sahibinden duyun. Şu an yapmanız gerekenlerin en gereklisi bütün anlaşmazlıklarınızı unutup yeni bir mücadele aşamasına başlamanızdır. İran, Rusya ve Beşşar Esed’in, hatta Amerika’nın uzlaşmasının din veya akidede anlaşmaları yüzünden olduğunu mu sanıyorsunuz? Hayır, Allah’a yemin olsun ki Islam’a karşı savaşta uzlaştılar. Aralarındaki ihtilaflar çetindir ancak bizimle savaşmak ve bizi yok etmek için biraraya geldiler. Biz ise zamanı geçmeden bir araya gelmeye ve safların birleşmesine daha layığız. Birleşmeyi arzular ama başaramaz hale gelmemizden önce buna daha layığız.

Ey liderler!

Allah size buyuruyor ki “Tedbirinizi alın, dikkatli olun” Öyleyse önümüzdeki yeni savaşa hazır ve ehil olun. Allah’tan yardım isteyin. Hepiniz şimdi Rus hava gücünün keşif uçakları ile havada dolaştığını görüyorsunuz. Rus uçaklarının aylarca hedef istihbaratı topladığını biliyorsunuz. Onlar için derhal masayı ters çevirin (işlerini terse çevirin). Yarın demiyorum, şimdi yapın. Çok acil bir adım atarak merkezi ve hassas karargahların, teknik araçların yerlerini değiştirin. Bu sizden Allah’ın düşmanlarına bir tuzak olacaktır. Maddi zorluğun engel teşkil ettiğini biliyorum ancak konu çok büyük öneme sahiptir, bu işinizi başka önemli işlerinizin aleyhine dahi olsa planlı biçimde gerçekleştirin. Bu tavsiyemi önce emirlere daha sonra saha komutanlarına yapmaktayım. Emir meşgul olursa sen mazeret üretme ey komutan!

Beklenen senaryolardan bazıları şunlardır:

Rusya’nın bir hava filosu ile girerek hassas, askeri mevzileri tek seferde Amerikalıların Saddam’a yaptığı gibi bombalaması, ardından Beşşar Esed’in paralı askerlerinin Rus hava desteği altında ilermesidir. Ağırlık noktalarımızın hedef alınışını takiben kartları değiştirmek, karıştırmak durumunda olacağımız için bundan yararlanmaya çalışacaklardır.

Ey Cihad komutanları!

Allah için dikkatli olun. İslam’a sizin yönünüzden bir zarar vermeye, baskın yapmaya çalışmasınlar.

Ey liderler!

Şam ehli ile yeni bir sayfa açmanız gerekmektedir. Onlar sizin dayanağınız, onlar sizin yakıtınızdır. Allah’tan sonra onlar olmaksızın kalıcılığınız yoktur. Hapishanelerinize tekrar göz atın. Bir şebbihanın evine yerleşmiş olan birini, o ev kendisine ait olmasa bile ondan çıkarmayın. Ganimetleri kendinize has kılmayın, fakirlerin ondaki payını unutmayın. Kendinizi onların üzüntü ve sıkıntılarından ayrı bir yerde tutmayın. Şam ehlini Allah’ın düşmanlarıyla karşılaşmada en hayırlı yardımcı bulacaksınız. Şam ehli ile birlikte yaşadım; onları insanlar arasında iyiliğin hatırını en çok koruyan ve kendilerine ulaşan sıkıntıyı en hızlı bağışlayıp affeden kimseler olarak buldum. Onlar hakkında bu özelliği ganimet bilin.

Siz; ey Şam’ın kahramanları, gençleri!

Ey cihada henüz katılmamış olan veya katılıp bir sebepten terkeden kişiler. Şimdi savaş gelmiş bulunmaktadır. Büyük ve mukaddes savaşınıza başlayın.

Haydi cihada!

Haydi cihada!

Türkiye’de, Avrupa’da veya başka yerlerde oturan kişi!

Cenk meydanlarına, izzet ve kahramanlık meydanlarına gel. Gel de seni görelim, başımızı daha dik tut. Rus ve İranlılar'la çarpışırken, onları senin toprağına gömerken görelim, gel.

Müjdeler olsun Şam ehli !

İyimser ve umutlu olunuz. Gerçekten, Allah’a yemin olsun ki Mücahit evlatlarınızı Allah’a tam bir güven içinde gördüm. Gülüşüp birbirlerine "Yarın esirlerimiz Rus olacak, ganimet aldığımız tanklar modern tanklar olacak. Beşşar’ın aşınmış tanklarından sıkılmıştık" diyorlar. Müjdeler olsun ki Allah size kefil olmuştur. Bundan sonra ne istiyorsunuz?

Ey Şam ehli!

Önümüzdeki aşama Allah’a (s.v.t) samimi bir dönüş yapmamızı bizden isteyen bir aşamadır. Çünkü Allah’ın orduları ve melekler ancak gönülden itaat edenlerin üzerine iner. Mescitler ruku edenlerle ve secde edenlerle dolsun. Tövbe eden erkek ve kadın kafilelerinin öncüleri olalım. Kendimizi, eşlerimizi, zürriyetimizi ıslahla işe başlayalım. Mazluma destek olalım. Yoksulu doyuralım. İşte o vakit Allah’tan bir zafer ve apaçık bir fetih bekleyelim.

Allah'ım! Bizlere Rus askerlerinden esirlerle, Rus tanklarının ganimet olmasıyla göz aydınlığı ver. Ya Hayyu Ya Kayyum.

Savaşlar ve nöbet toprağı Şam’dan Telegram kanalı vasıtası ile yazan:

Dr. Abdullah Muhammed el- Muhaysini



TEK CÜMLELİK YORUM

Şeyh Abdullah El Muheysini'nin Hz.Mehdi AS'a çok benzediğini daha önce yazmıştık. Bu beyanatında kullandığı belagat da Hz.Mehdi AS'ın bir yakını olduğuna işaret ediyor.Bize göre yakını. Zuhur çok yaklaştı. En doğrusunu Allah CC bilir.


İşte o resim, tekrar yayınlıyoruz:


23 Ocak 2016 Cumartesi

"BİDON'U KAFASINA VURUN"

JOE BİDEN KÜRT DEVLETİ KURMAK İÇİN GELDİ.




Biden, Türkiye'ye daha doğrusu AKP'ye "Suriye ve Irak'da Kürt Devleti kuracağız, siz de destek verin" demeye geldi.

AKP "Irak'ta Kürt devleti kurulmasını biz de destekliyoruz (Yani Barzani'yi) ama Suriye'de Kürt Devleti istemiyoruz.Çünkü PYD, PKK'nın uzantısı olan bir terör örgütü.Bunlar Türkiye için de bir tehdit, bizim düşmanımız ve yok edeceğiz" diyor.

Biden de "PKK'nın terör örgütü olduğunu kabul ediyoruz ama PYD hakkında farklı düşünüyoruz.PYD ile Suriye'de birlikte çalışıyoruz ve terör örgütü olarak görmüyoruz" diyor. 

Yani ABD ve AKP Irak'da Kürt Devleti konusunda anlaşırken,Suriye'de anlaşamıyorlar. ABD ise Suriye için Biden'i gönderiyor.


HDP'lilerle ve AKP'lilerle görüşüyor. HDP muhalefet, AKP iktidar ABD'ye göre. 

"Irak tamam, Suriye de olursa Türkiye kendiliğinden düşer" diyor Biden. Somut olarak neler istemiş olabilir?

Musul'a operasyon desteği ve açılıma dönüş istemiş olabilir. Cerablus'a giriş isteniyorsa destek vaadinde bulunmuş olabilir.

AKP'nin hesabı ne? Doğru mu? Yanlış mı?

AKP, Barzani'nin Türkiye'ye bağlanacağını düşünüyor.Bunun için Barzani Türkiye'ye epey ulufe dağıttı, yani petrol ticareti vs vs. Ekonomik ilişkileri yerinde gören AKP, Barzani bize bağlanacak sanıyor. Suriye'deki PYD yerine Türkmenler de etken olur da diğer Kürtlerle Türkiye'ye bağlanırsa deme gitsin.Başkanlık sistemine geçer, Kürtlere özerklik veririz ve Türkiye'yi büyütürüz sanıyorlar. 

AKP'nin hesabı kesinlikle yanlıştır. Barzani asla Türkiye'ye bağlanmaz.ABD ve İsrail'in güdümünde ayrı bir devlet olma peşindedir. Türkiye'yi sadece Irak'tan koparken desteğine ihtiyaç duydukları için kandırmaya çalışıyorlar.

Baraz-cani, bıçkın komşusunun yardımıyla kaygusuz kocasından kurtulup, sahilde kendisini bekleyen korkak sevgilisine kavuşmayı amaçlayan siyasi bir fahişedir.

İran, Suriye ve Irak'ın bölünmesini istemez ve bunu Rusya'ya da kabul ettirmiş iken düşürülen uçak nedeniyle Rusya da Kürt devletini ister hale geldi. 

Şu kadar ki Rusya Irak'da değil Türkiye'de Kürt devleti istiyor.Bunu da Suriye'deki PYD ile birlikte yapmaya hazırlanıyor.

ABD ile Rusya'nın ortak noktası da PYD olmuş oluyor. Ama PYD amaç değil araç. Yani Rusya PYD' yi Esad muhaliflerine karşı kara gücü olarak kullanmak istiyor.Suriye'de Esad yerini sağlama alınca PYD Türkiye'ye karşı desteklenecek. Rusya'nın hesabı bu.

ABD ise PYD ile Suriye'nin kuzeyinde Kürt Koridoru oluşturup Barzani ile birleştirmek istiyor. Yahudi kanadı da Türkiye'yi yıkmayı amaçlıyor.

Yapabilirler mi? Yapamayacaklar İnşallah.

Mısır'da, Libya'da, Yemen'de, Suriye'de ne yaptılarsa aynısını Türkiye'de deneyecekler.Dünyada ne kadar terörist varsa hepsini PKK'lı yapıp Türkiye'ye sokacaklar. Nusaybin'den Cizre'den, Silopi'den vuracaklar. Ama vurulan da onlar olacak İnşallah. Bu aşamaya da geçilmiştir. Artık PKK'lıları, PKK'lı da bilmemek lazım.Tamamı uluslararası teröristler olacak. Adı PKK kendi kim olduğu belli değil.IŞİD,Nusra,BlackWater,PYD,Peşmerge adına ne derseniz. Hepsi gelecek adı PKK olacak. 


Peki dostumuz kim?
Maalesef AKP'nin yanlış politikaları dost bırakmadı. Tıpkı Osmanlı'nın son dönemindeki gibi kaldık.Hatta Osmanlının bile Almanlar yanındaydı.yıkılıncaya kadar. Siyasi olarak şu an içinde bulunduğumuz dönem aynen Mondros öncesi dönem gibidir.

Bumerangtan çıkış için Türkiye'nin tüm komşuları ile yeniden dost olması gerekiyor. Onu da yapacak olan AKP değil, çünkü AKP o yanlışın zaten bir parçası. Rusya ile düşman olan AKP nasıl dost olacak? Zor yani.

Şimdi bize bir Atatürk lazım. En zor anımızda tam bağımsız politikalar üretebilecek ve Millete yeniden diriliş azmi, dosta güven, düşmana korku verecek. 

O da vardır Elhamdülillah.Hem de binlerce yüzbinlerce. Kahraman askerlerimizin, polislerimizin her biri bir Atatürk'tür İnşallah.

PKK'ya katılan, askere,polise tuzak kuran, kurşun atan her şerefsizin katli vaciptir.Asla affetmeyiniz.

Zaten bundan sonra PKK içerisinde bu ülke vatandaşı bulmak da mümkün olmayacaktır.Hepsi paralı tetikçilerden oluşan uluslararası çapulcular olacaktır.Allah rızası için hepsini de öldürünüz. Bu işin çözümü budur.

KAMER GENC'İ BİR DE BİZDEN OKUYUNUZ

BİR BAŞKA AÇIDAN KAMER GENÇ




Tek kişilik muhalefet Kamer Genç'e Allah CC rahmet eylesin.

Atatürk öğretmenlerimize "Cumhuriyet sizlerden fikri hür, vicdanı hür nesiller ister" diyerek nasıl bir nesil arzuladığını ifade etmiş ve bunu emretmişti.

Cumhuriyetin nesilleri fikri hür, vicdanı hür olacak da vekilleri olmayacak mıydı? İşte Kamer Genç TBMM'deki fikri hür, vicdanı hür vekillere örnek bir vekildi. Sıradan bir vekil gibi değil sanki bir parti lideri gibi bağımsız icraatlar yapar, söylemlerinde kimseyi dinlemezdi. Aslında her vekilin bu şekilde olması gerekir.

Fikri hür vicdanı hür nesiller isteyen Atatürk'ün vekilleri fikri bağlı, vicdanı kör olabilir mi? Elbette ki olamaz.

Ama maalesef ülkemizde vekiller; kendilerini 'halkın seçtiğine' değil, 'liderin seçtirdiğine' inanıyorlar ve "halkın" değil "liderin vekili" olmayı akıllıca görüyorlar. Bu manada haksız da değiller ama halka riya yaptıkları için haksızlar.

Öyle ya...
Bir vekilin halka dört yılda bir, liderine ise her gün ihtiyacı var.

Ama Kamer Genç bunları hiç dikkate bile almadı.Yapmak istediğini yaptı, söylemek istediğini söyledi. Ne iktidardan çekindi, ne liderinden. İşte bunun için "Tek Kişilik Muhalefet" ismini aldı.

Biz CHP'li değiliz. 

Kamer Genç'in pek çok siyasi düşüncesine katılmadık ama tam da Atatürk'ün tarif ettiği gibi "Fikri Hür, Vicdanı Hür" bir vekil olduğuna bütün Türkiye şahittir. 

Her vekilin Kamer Genç gibi fikri hür, vicdanı hür olması lazımdır. Lazımdır ki TBMM'de tam bir demokrasiden, tam bir fikir platformundan, tam bir çözüm fabrikasından söz edilebilsin. 

Aslında bunu her vekil ister ama liderler istemez.Çünkü tüm vekiller Kamer Genç kadar fikri hür vicdanı hür olabilselerdi ilk önce siyasi partilerin genel başkanları o görevlerden uzaklaşmak zorunda kalırlardı.

İşte CHP, yedi seçim kaybetmiş ve Kılıçdaroğlu tek aday olarak genel başkan oluyor.

Ve MHP. On bir seçim kaybetmiş ama Bahçeli muhalefete kızıyor "Niçin muhalefet ediyorsunuz" diye.

Ve AKP. Tam on beş yıldan beri tek başına iktidarda kalmayı işte bu lider sultası ile sağlayabiliyor. Seçimlere yaklaşınca vekillik vaadi ile kimse ayrılamıyor.Aday yapılmayan ayrılınca da zaten "aday olamadığı için ayrıldı, menfaatçiydi" etiketinden, çakılıp kalıyor.

Siyasi Partiler yasası değiştirilmediği müddetçe yeni bir Kamer Genç zor yetişir.

Cenazesinin Türk Bayrağına sarılmasını vasiyet etmiş. Yaşadığı ve vekili olduğu bölgede ihanetin envay şekli sergilenirken; Kamer Genç hainlere son bir mesaj vermeyi de ihmal etmemiş bir vatanseverdi. 

Allah cc Rahmet Eylesin. 

19 Ocak 2016 Salı

"EN" LERİN ÜLKESİ TÜRKİYE OLACAK

EN KALLEŞ DE EN KAHRAMAN DA BU TOPRAKLARDAN ÇIKACAK

Bu cennet vatan ve bu aziz topraklar önümüzdeki dönemde tarihin "en" lerine şahitlik edecek Allahu alem.

Asrın en şereflisi olan Hz.Mehdi AS'ın birinci komutanı Türkiye'den çıkacak ise asrın en şerefsizi olan Süfyan'ın birinci uşağı da Türkiye'den çıkacak Allahu alem.

Hz.Mehdi AS Mekke'den, Süfyan Ürdün'den çıkarken birinci yardımcıları da Türkiye'den çıkacak Allahu Alem.

Hz.Mehdi AS'ın Türkiye'den çıkacak yardımcısı Selimdir İnşallah. Selim, aynı zamanda bir semboldür ve kahraman orduyu temsil eder. Süfyan'ın Türkiye'den çıkacak yardımcısı ise Öcalan'dır (şimdilik) ve terör örgütünü temsil eder.

Tarihin en büyük kalleşlikleri bu topraklarda yaşanacak. En büyük kahramanlıkları da.
Yüz yıllar boyunca her türlü düşmana karşı bölge halkının canını koruyan Mehmetçiğe; sırtından kalleşçe vurandan daha kalleş kim olabilir? Kimse bundan daha kalleş olamaz. Mehmetçik bölge halkının canını korurken orada bulunan bazı şerefsizler kalleşçe Mehmetçiğe pusu kurup şehit ediyorsa bundan büyük kalleşlik olamaz.

En büyük namussuzlukları bu topraklarda yaşanacak.En büyük namus timsalleri de bu topraklardan çıkacak.

Yüzyıllar boyunca bölge halkının namusunu her türlü düşmana karşı kim korudu? Mehmetçik korudu. (İşte IŞİD orada, Irak'da Suriye'de neler yaptı, görülmedi mi?) Peki Mehmetçik bölge halkının namusunu korurken Mehmetçiğe pusu kurmaktan daha büyük bir namussuzluk olabilir mi? Olamaz.Esas namussuzluk budur.

En büyük hainler bu topraklardan çıkacak ve insanlar dehşete düşecek. "Bu da mı hainmiş" diyecek.
En büyük sadıklar da bu topraklardan çıkacak ve sadakatın ne olduğunu insanlığa gösterecek.

Eğer bu denli büyük ihanetler olmasa PKK diye bir örgüt olur muydu, bu derece güçlenebilir miydi? PKK'nın AKP'ye, CHP'ye hatta MHP'ye bile sızmak için var gücüyle çalıştığı bilinmiyor mu? Demokratik kurallar içerisinde ihanetin geldiği nokta ne? İşte HDP orada. 

En korkaklar da en cesurlar da bu topraklardan çıkacak. Mert buradan vuracak; namert buradan kaçacak. Mert vurur, namert kaçar. Hadis yorumlarına göre vuracak da bellidir, kaçacak da.

Nusaybin, Cizre, Şırnak, Amed. Ankara,İstanbul, İzmir değil hadislerde geçen harabeler.

Recep'e ne kaldı? Recep ayı 8 Nisan'da giriyor. Recep ayı Süfyan ayı. Muharrem ayı Mehdi ayı.
Bekliyoruz İnşallah.

Bunca ihanetlere, bunca kalleşliklere, bunca namertliklere ve bunca aşağılık oyunlara rağmen; vatanın birlik ve beraberliği, milletin huzur ve refahı için cansiperane ve fedakarca görevini yapan kahraman askerlerimize ve polislerimize selam olsun. Güzeller güzeli Rabbimin selam, lütuf ve bereketleri ve iyilik ve inayetleri daima üzerlerinde olsun İnşallah.

10 Ocak 2016 Pazar

İNGİLİZ OYUNLARI, VEHHABİLİĞİN DOĞUŞU

ALINTIDIR:

VEHHABİLİK- İngiliz casusu Hempher, Muhammed bin Abdülvehhab Necdi İle tanışmasını ve onu niçin seçtiğini anlatıyor…!!! 

Son günlerde namaz,oruç,hac,zekat farz değildir diyen, velimiz ibadet ediyor zaten bizim ibadet etmemize gerek yok diyen sapkınlar türemiş, bu yazıyı okuyunca ne yapmaya çalıştıklarını daha iyi anlayacaksınız….

İngiliz Casusunun İtirafları (Özet)
İngilizler, Hristiyanlık propagandası yapmak için Hempher’in itiraflarını yayınlamışlar. Müslüman yavrularını aldatmak için, İslam bilgilerini yalan ve yanlış yazmışlardır. Bu yalan ve iftiraları tashih ederek, gerekli açıklamalar yaparak gençlerimizi bu İngiliz hilesinden, tuzağından kurtarmak maksadı ile, bu kitabın özetini yayınlıyoruz.

Bu kitap üç kısımdır: 
1- İngilizlerin İslamiyet’i imha etmek için hazırladıkları planları bildirilmektedir.
2- İngilizlerin planlarını, Müslüman memleketlerinde sinsice tatbik ettikleri, devlet adamlarını aldattıkları, Müslümanlara, akla, hayale gelmeyen işkenceler yaptıkları ve Hind ve Osmanlı İslam devletlerini yok ettikleri bildirilmektedir.
3- Hulasat-ül-kelam’dan tercüme olup, hak dinin İslamiyet olduğunu ispat etmektedir.
Kitabın tamamı www.hakikatkitabevi.com adresinden okunabilir ve temin edebilir.

İngiliz casusu Hempher diyor ki:
Devletimiz, Hindistan, Çin ve Ortadoğu’daki sömürgelerini idaremizin altına alabilmek için çok faal ve başarılı bir politika tatbik ediyor. Burada iki şey mühimdir:
1- Elimize geçmiş yerleri elimizde tutmaya çalışmak,
2- Elimize geçmemiş yerleri ele geçirmeye çalışmak.

Sömürgeler bakanlığı, bu iki vazifeyi ifa etmek üzere, bu devletlerin her biri için, birer komisyon teşkil etmiştir. Vazifeye başlayınca, bakan bana itimat etti ve Doğu Hindistan şirketinde bir vazife verdi. Bu, görünüşte bir ticaret şirketi idi. Fakat asıl vazifesi, Hindistan’ın büyük ve geniş topraklarına hakim olmanın yollarını araştırmaktı.

Hükümetimizin, Hindistan için hiç endişesi yoktu. Zira Hindistan, değişik milletlere, ayrı dillere ve zıt çıkarlara sahip bir ülkeydi. Çin’den de pek korkumuz yoktu. Çünkü, Çin’e hakim olan Budizm ve Konfüçyüs dinlerinin canlanmasından korkulmuyordu. Zira bunlar, hayatla hiç alakalanmayan, iki ölü din idi. Binaenaleyh, bu iki ülke halkında vatan sevgisinin olması, çok uzak bir şeydi. Bu iki ülke, biz İngiltere hükümetini rahatsız etmiyordu. Fakat, ilerde olabilecek hadiseleri de gözümüzden uzak tutmuyorduk. Binaenaleyh, bu ülkelerde tefrika, cehalet ve fakirlik, hatta sari hastalıkları yaymak için, uzun vadeli planlar yapıyorduk. Bu iki ülke halkının âdetlerini taklit ederek, niyetlerimizi rahatça gizleyebiliyorduk.

İslam memleketleri son derece rahatımızı bozuyordu. Hepsi de, lehimize olmak üzere, Hasta Adamla [Osmanlı devleti ile] bir kaç anlaşma yapmıştık. Sömürgeler bakanlığının tecrübeli adamları, bu hastanın bir asırdan az bir zaman zarfında can vereceğini söylüyorlardı. Ayrıca, İran hükümeti ile de, gizlice bir kaç anlaşma yapmış ve bu iki ülkeye, mason yaptığımız, devlet adamlarını yerleştirmiştik. Rüşvet, kötü idare ve din bilgisi noksan idarecilerin, güzel kadınlarla meşgul olup, vazifelerini unutması, bu iki ülkenin belini kırdı. Fakat, bütün bunlara rağmen, şu sayacağım sebeplerden dolayı, yaptıklarımızın beklediğimiz neticeyi vermemesinden endişe ediyorduk:

1- Müslümanlar, İslam’a son derece bağlıdır.
2- İslamiyet, bir zamanlar, idare ve hüküm dini idi. Müslümanlar da, azizdi. Bu efendi insanlara, şimdi siz kölesiniz demek zordur. İslam tarihini kötüleyip, Müslümanlara, bir zamanlar elde ettiğiniz izzet ve itibar, bazı şartlar icabıydı. O günler gitti, bir daha geri dönmez, dememiz de mümkün değildir.
3- Osmanlı ve İranlıların, yaptıklarımızın farkına vararak, planlarımızı bozup tesirsiz hâle getirmelerinden çok endişe ediyorduk.
4- İslam âlimlerinden son derece rahatsızdık. Çünkü, İstanbul ve El-ezher âlimleri, Irak âlimleri, Şam âlimleri, emellerimizin önünde aşılmaz engellerdi.

Bu hâl karşısında, bir çok toplantılar yaptık. Fakat, maalesef, her seferinde önümüzde yolun kapalı olduğunu gördük. 

Casuslarımızdan gelen raporlar, hep hayal kırıcı, konferansların sonuçları da sıfır idi. Lakin, yine de ümitsizliğe kapılmıyorduk. Çünkü, biz, derin nefes almayı ve sabretmeyi âdet edinmişizdir.
Bir toplantımıza, Bakanın kendisi, büyük papazlar ve bir kaç da uzman katılmıştı. Yirmi kişiydik. Üç saatten fazla süren bu toplantıda, hiçbir neticeye varılamadı. Fakat, bir papaz şu sözleriyle bizi cesaretlendirdi:

(Endişelenmeyin! Çünkü, Hristiyanlık, ancak 300 yıl zulüm çektikten sonra yayıldı. Umulur ki Mesih, gayb âleminden bize nazar edip, 300 yıl sonra da olsa, düşmanlarımız olan müslümanları merkezlerinden çıkarmayı nasip eder. Biz kuvvetli bir inanç ve uzun bir sabırla silahlanmalıyız! Hükmü elimize geçirebilmek için, bütün vasıtaları elde edip, bütün yolları denemeliyiz. Hristiyanlığı, müslümanların arasında yaymaya çalışmalıyız. Asırlar sonra da, neticeye varabilirsek, çok iyidir. Zira, babalar çocukları için çalışır!)

Sömürgeler bakanlığında, İngiltere’nin yanı sıra, Fransa ve Rusya’dan da, diplomat ve din adamlarının katıldığı bir konferans yapıldı. Bakan ile aramız iyi olduğu için, ben de katılmıştım. Konferansta, Müslümanları parçalayıp, İspanya gibi, dinlerinden çıkararak Hristiyanlaştırmanın hesapları yapıldı. Fakat, varılan neticeler istenildiği gibi değildi.

Derinlere kök salmış büyük bir ağacı, kurutup, söküp atmak zordur. Fakat, biz zorlukları kolaylaştırıp, yenmeliyiz. Hristiyanlık, yayılmak için gelmiştir. Bunu, Mesih bize vaad etmiştir. Sömürgeler bakanlığımızın ve diğer hristiyan hükümetlerin büyük gayret ve çalışmaları neticesinde, Müslümanlar gerilemeye başladı. Hristiyanlar ise, kuvvetleniyorlar. Uzun asırlar boyunca kaybedilen yerleri alma zamanı geldi. İslamiyet’i imha etmeye, Büyük Britanya devleti öncülük etmektedir.

Müslümanları parçalamak için hareket
1710 yılında Sömürgeler bakanı beni, Müslümanları parçalamak için gerekli ve yeterli bilgileri toplamak ve casusluk yapmak üzere, Mısır, Irak, Hicaz ve İstanbul’a gönderdi. Aynı tarihte ve aynı vazife ile bakanlık canlılık ve cesaret dolu dokuz kişiyi daha vazifelendirdi. Bize lazım olabilecek para, bilgi ve haritanın yanında bir de, devlet adamlarının, âlim ve kabile reislerinin isimleri bulunan birer fihrist verildi. Hiç unutamıyorum! Sekreter ile vedalaştığımızda, bize demişti ki: 

(Devletimizin geleceği başarınıza bağlıdır. Onun için, var kuvvetinizle çalışmalısınız.)
İslamiyet’in hilafet merkezi olan İstanbul’a doğru, denizden yola çıktım. Asıl vazifemin yanında, bir de ek olarak, orada Türkçe’yi çok güzel bir şekilde öğrenmem gerekiyordu. Zaten daha önce Londra’da epey Türkçe ve Arapça ve Farsça öğrenmiştim. Fakat, bir lisanı öğrenmek başka, o lisanı ülkenin halkı gibi konuşmak başka şeydi. İnsanların benden şüphe etmemeleri için, Türkçe’yi bütün incelikleriyle öğrenmem gerekiyordu.

Benden şüphe ederler diye endişem yoktu. Zira, Müslümanlar, müsamahakâr, açık kalbli ve iyi niyetlidir. Onlar bizim gibi, şüphe edici değildir. Kaldı ki, Türk hükümeti, o zaman casusları yakalayabilecek örgüte malik de değildi.

Çok yorucu bir yolculuktan sonra İstanbul’a vardım. İsmimin Muhammed olduğunu söyledim ve camiye gitmeye başladım. Müslümanların temiz ve itaatkâr oluşları çok hoşuma gitti. Bir ara kendi kendime: (Bu masum insanlarla neden savaşıyoruz? Mesih efendimiz, bize bunu mu emretti?) dedim. Fakat, ben hemen bu şeytani düşünceden dönüp en güzel bir şekilde, vazifemi yerine getirmeye karar verdim.

İstanbul’da Ahmed efendi isminde yaşlı bir âlim ile tanıştım. Ondaki inceliği, açık kalbliliği, gönül berraklığı ve iyilikseverliği hiçbir papazda görmedim. Bu zat, gece gündüz Peygamberlerine benzemeye çalışırdı. Ona göre, Peygamberleri en kâmil, en üstün insandı. Çok şanslıydım ki, bir kere bile, kim olduğumu, nereli olduğumu sormadı. Bana (Muhammed efendi) diye hitap ederdi. Sorduğum suallere cevap verir, bana şefkat ve merhamet ile muamele ederdi. Zira, beni Türkiye’de çalışmak ve halifenin gölgesinde yaşamak için İstanbul’a gelmiş bir misafir olarak bilirdi. Zaten, bu bahane ile İstanbul’da kalıyordum.

Bir gün Ahmed efendiye: (Annem ve babam öldü. Kardeşim de yok. Bana miras olarak da hiçbir şey kalmamış. Çalışıp kazanmak, Kur’an ve din bilgilerini öğrenmek, yani hem dünya, hem de ahireti kazanmak için, İstanbul’a geldim) dedim. Bu sözlerime çok sevinip dedi ki:

Şu üç sebepten dolayı, sana hürmet göstermek lazımdır: 
1- Sen Müslümansın. Bütün Müslümanlar kardeştir.
2- Sen misafirsin. Resulullah (Misafire ikramda bulunun!) buyurdu.
3- Sen çalışmak istiyorsun, (Çalışan, Allah’ın dostudur) diye bir hadis-i şerif vardır.

Bu sözler çok hoşuma gitmişti. Kendi kendime, (Keşke Hristiyanlıkta da, bunun gibi parlak hakikatler olsaydı. Ne yazık ki, hiçbiri yok) dedim. Fakat hayret ettiğim şey, bu kadar yüce bir din iken, bazı kimseler elinde, İslam’ın zayıflamasıydı.

Ahmed efendiye, Kur’an-ı kerimi öğrenmek istiyorum dedim. Baş üstüne, sana öğretirim dedi. Fatiha suresinden öğretmeye başladı. Kur’an-ı kerimi okutmaya başlamadan önce, abdest alır ve bana da aldırırdı. Kıbleye karşı oturup okuturdu. İki yıl içinde, Kur’an-ı kerimi baştan sona kadar okudum.

İstanbul’da bulunduğum müddetçe, bir cami hizmetçisinin yanında, biraz para karşılığında yatardım. Bu hizmetçi, çok asabi bir adamdı.
Cuma günü işe gitmiyordum. Haftanın kalan günlerinde, Halid isminde bir marangozun yanında, haftalık ücret ile çalışıyordum. Sadece sabahtan öğleye kadar çalışıyordum.

İkindi namazından sonra Ahmed efendinin evine gider, ondan Kur'an, Arabi ve Türkçe lisan dersleri alırdım. Hakikaten, bana Kur'anı, İslam dininin icaplarını ve Arabi ile Türkçe lisanlarının inceliklerini gayet güzel bir şekilde öğretiyordu.

Ahmed efendi bekâr olduğumu anlayınca, beni evlendirmek istedi. Hayır dersem, ilişkilerimizin kesilmesine sebep olabileceğini anlayınca, ona yalan söyledim. Ben iktidarsızım dedim. Böylece, eski dost ve ahbaplığın devam etmesini sağladım.

İki yıl sonra, Londra’ya dönüp, Bakanlığa, hilafet merkezi ile alakalı geniş bir rapor sunup, yeni emirler almam gerekiyordu.
Londra’ya dönünce yeni emirler aldım
Maalesef Londra’ya ancak altı kişi dönebilmiştik.

Türkçe ve Arapça ile Kur'anı ve ahkam-ı İslamiyeyi çok iyi öğrenmiştim. Fakat, bakanlığa Osmanlı Devletinin zayıf noktalarını gösterecek bir rapor hazırlamayı başaramamıştım. İki saat süren toplantıdan sonra, sekreter bu başarısızlığımın sebebini sordu. Ben de, (Önceki vazifem dil ile Kur’an ve İslamiyet’i öğrenmekti. Bunun haricindeki işlere fazla vakit ayıramadım. Fakat, bu sefer sizi memnun edeceğim) dedim. Sekreter, (Elbette başarılısın ancak birinci olmanı isterdim) dedi ve şöyle devam etti:
(Hempher, gelecek seferki vazifen ikidir:

1- Müslümanların zayıf noktaları ile, onların vücutlarına girip, mafsallarını ayırmamızı sağlayacak noktaları tespit etmektir. Zaten, düşmanı yenmenin yolu da budur.
2- Bu noktaları tespit edip, dediğimi yaptığın zaman, yani Müslümanların arasını açıp, onları birbirine düşürebildiğin zaman en başarılı ajan olacak ve bakanlık madalyasını kazanmış olacaksın.)

Londra’da altı ay kaldım. Amcamın kızı Maria ile evlendim. O zaman ben 22, o ise 23 yaşındaydı. Maria hamile iken Irak’a gitmem için emir geldi. Çocuğumun dünyaya gelmesini beklerken, bu emrin gelmesi beni üzdü. Fakat, vatanıma verdiğim önem, kocalık ve babalık hislerimin üstündeydi. Bunun için, hiç tereddüt etmeden, emri kabul ettim. Vedalaştığımız gün, ikimiz de çok ağladık. Az daha seferi iptal ediyordum. Fakat, hislerime hakim olmayı bildim. Onunla vedalaştım ve son talimatları almak üzere, bakanlık binasına gittim.


Altı ay sonra, kendimi Irak’ın Basra şehrinde buldum. Basra’da, Arap, Fars ve biraz da Hristiyan vardı.
Bir gün, Sömürgeler bakanlığında Sünni ve Şii ihtilafından söz ettim, (Müslümanlar, hayattan bir şey anlasalar, aralarındaki Şii-Sünni ihtilafını kaldırır ve birleşirler) dedim. Biri, hemen sözümü keserek,(Senin vazifen bu ihtilafı körüklemektir. Müslümanların nasıl birleşeceğini düşünmek değildir) dedi.

Sekreter, Irak seferine çıkmadan önce, bana dedi ki:
(Hempher, bu sefer vazifen, bu ihtilafları iyice tanımak ve bakanlığa bilgi vermektir. Müslümanların arasındaki ihtilafı şiddetlendirebilirsen, İngiltere’ye en büyük hizmeti yapmış olacaksın. Biz İngilizler, refah ve saadet içinde yaşamamız için, bütün dünya devletlerinde ve sömürgelerimizde tefrikalar çıkarmak zorundayız. Osmanlı Devletini de ancak böyle fitnelerle yıkabiliriz. Böyle olmazsa, sayıca az bir millet, sayısı çok olan bir millete nasıl hüküm edebilir? Bütün gücünle, zayıf noktaları ara bul ve oradan içeriye gir. Bilmiş ol ki, Osmanlı Devleti ve İran, zayıf devrelerini yaşıyorlar. Bunun için, senin vazifen, idarecilere karşı isyana sevk etmektir! Tarih, “Bütün inkılapların, halkın ayaklanmasından kaynaklandığını göstermiştir”. Müslümanların birlik beraberliği kuvvetleri dağılınca, onları rahatça imha ederiz.)

Muhammed’in Peygamberliği hususunda hakikate varabilmek için, daima inceleme ve araştırma yapıyordum. Bir kere, merakımı Londra’da papazın birine açtım. Taassup ve inat ile konuştu. İkna edici bir cevap da vermedi.

Müslümanlar, (Hazret-i Muhammed’in Peygamberliğinin delili çoktur. Bunlardan biri Kur’andır) derler. Kur’anı okudum, hakikaten çok yüce bir kitaptır. Hatta, Tevrat’tan ve İncil’den daha yüksektir. Zira, içinde düsturlar, nizamlar, ahlakiyat v.s. vardır.
Muhammed Peygamber gibi, okumamış, yazmamış bir zatın, böyle yüce bir kitabı nasıl bıraktığına hayret ediyorum. Çok okumuş, seyahat etmiş bir adamın dahi sahip olamadığı bilgi, zeka ve bir şahsiyete nasıl malik olabilmişti? Acaba bunlar, onun Peygamberliğinin delilleri miydi?

Basra’ya varınca, bir camiye yerleştim. Caminin imamı Şeyh Ömer Tai isimli, Arap asıllı Sünni bir zattı. Ama benden şüphelenip, beni sorguya çekti. Bu tehlikeli sohbetten kendimi şöyle kurtardım: (Ben Türkiyeliyim, Iğdırlıyım, İstanbul’daki Ahmed efendinin talebesiyim. Halid isminde bir marangozun yanında çalışıyordum) dedim ve gerekli bilgiler verdim. Birkaç cümle Türkçe de konuştum. İmam gözleriyle oradan birine işaret ederek, benim Türkçe’yi doğru konuşup konuşmadığımı sordu. O da, olumlu cevap verdi. İmamı ikna ettiğim için çok sevinmiştim. Fakat, hayal kırıklığına uğradım. Çünkü, birkaç gün sonra, anladım ki, imam efendi benden şüpheleniyor ve Türk casusu olduğumu zan ediyordu. Daha sonra, Sultan tarafından tayin edilen vali ile, aralarında ihtilaf olduğunu öğrendim.

Şeyh Ömer efendinin camiinden uzaklaştım, orada misafir ve yabancıların kaldığı bir handa, oda kiraladım. Hanın sahibi Mürşid efendi her sabah rahatımı kaçırır, sabah ezanı okunur okunmaz, namaza kaldırmak için gelip, kapımı sert bir şekilde çalardı. Onu dinlemeye mecburdum. Ben de kalkar ve sabah namazını kılar görünürdüm.

Bir gün, Mürşid efendi, (Sen geldikten sonra, başım dertten kurtulmuyor. Ben bunu, senin uğursuzluğuna veriyorum. Zira, sen bekârsın. Bekârlık, uğursuzluktur. Ya evlen, ya da burayı terk et) dedi. Ona, evlenebilecek durumum, param yok dedim. Ahmed efendiye söylediğimi ona söyleyemedim. Zira Mürşid efendi, doğru söyleyip söylemediğimi öğrenebilmek için, soyup kontrol edebilecek biri idi.

Böyle deyince, Mürşid efendi, (Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfu ile zenginleştirir) âyetini duymadın mı?) dedi. Şaşırıp kaldım. Sonunda dedim ki, peki evleneyim, fakat masrafsız bir kız bulabilir misin?

Mürşid efendi, (Ben anlamam! Receb ayının başına kadar ya evlen veya çık git) dedi. Recebe 25 gün kalmıştı.
Bir marangozun yanında çok az bir ücretle iş bulup, Mürşid efendinin hanından çıktım. Marangoz Abdür Rıza Horasanlı bir Şii idi. Ondan Farisi öğrenmeye başladım. Her gün, İranlı Şiiler, onun yanında toplanır, siyasetten iktisada kadar, her konuda, konuşurlardı. Hem kendi hükümetlerine, hem de İstanbul’daki Halifeye çok dil uzatırlardı. Yabancı biri gelince, hemen sözü değiştirirlerdi. 

Bana çok itimat ediyorlardı. Sonradan anladım ki, Türkçe bildiğim için, beni Azerbaycan halkından zan ediyorlarmış.
Marangoz dükkanına bir delikanlı arada bir uğrardı. İlim talebesi kıyafetinde ve Arabi, Farisi, Türkçe biliyordu. İsmi Muhammed bin Abdülvehhab Necdi idi. Bu delikanlı, son derece yüksekten konuşan ve gayet asabi biriydi. Osmanlı hükümetini çok kötülediği halde, İran hükümetinin aleyhine konuşmazdı. Onun dükkan sahibi Abdürrıza ile dostluğunun sebebi, ikisi de İstanbul’daki Halifeye muhalif idiler. Ama bu delikanlı, Farisi’yi nasıl biliyor ve Şii olan Abdürrıza ile nasıl arkadaşlık edebiliyordu?

Necdli Muhammed, Sünni idi. Sünnilerin çoğu, Şiilerin aleyhinde konuşmalarına ve hatta bir kısmı, Şiileri tekfir etmelerine rağmen, o hiç Şiileri rencide etmezdi. Necdli Muhammed, Sünnilerin dört mezhebinden birine tâbi olmayı gerektiren, herhangi bir sebep görmüyordu ve (Kur’anda bu mezhepler hakkında hiçbir delil yok) diyordu. Bu husustaki hadislere hiç önem vermiyordu. Kendini beğenmiş bu Necdli genç, Kur’anı ve Sünneti anlama hususunda, nefsine uyardı. Sadece kendi zamanındaki âlimlerin ve dört mezhep imamının değil, Ebu Bekir, Ömer gibi sahabenin de görüşlerini hiçe sayardı.

Aradığımı bu gençte bulmuştum. Zira, onun âlimlere saygısızlığı, dört Halifeye de önem vermeyişi, Kur’anı ve Sünneti anlama hususunda müstakil bir görüşe sahip oluşu, onu avlayıp elde etmek için, en zayıf noktalarındandı. Bu mağrur genç nerede, o Türkiye’de yanında okuduğum Ahmed efendi nerede! O âlim, selefleri gibi, dağa benziyordu. Hiçbir güç, onu yerinden oynatamazdı. Ebu Hanife’nin ismini zikir etmek istediği zaman, kalkar abdest alırdı. Buhari isimli hadis kitabını eline almak istediği zaman, yine abdest alırdı.

Necdli genç ise, Ebu Hanife’yi çok hafife alır, (Ben Ebu Hanife’den daha iyi biliyorum) derdi. 
[Hempher’in itiraflarını okurken, şu olayı hatırladık: Lisede öğretmen iken derste, bir talebem, (Hocam, harpte ölen Müslüman şehit olur mu?) dedi. Evet olur dedim. (Peygamber bunu haber verdi mi?) dedi. Evet dedim. (Denizde boğulursa da, uçaktan düşerse de, şehit olur mu?) dedi. Evet olur dedim. (Peygamberimiz bunları da haber verdi mi?) dedi. Evet, haber verdi dedim. Bir kahraman edası ile ve gülerek, (Hocam! O zaman uçak var mı idi?) dedi. Yavrum! Peygamber efendimizin bir çok isminden biri, Camiul-kelim’dir. Çok şeyleri, bir kelime ile bildirirdi. İşte Peygamber efendimiz, (Yüksekten düşen şehit olur) buyurdu dedim. Bu cevabımı çocuk hayret ve şükran ile karşıladı. Bunun gibi, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde, çok kelimeler ve hükümler, yani emirler ve yasaklar vardır ki, herbiri, muhtelif manaları bildirmektedir. Bu manaları bulmaya ve aralarından lazım olanı seçmeye (İctihad) etmek denir. İctihad yapabilmek için, derin âlim olmak lazımdır. Bunun için, Sünniler, cahillerin ictihad yapmalarını yasak etti. Bu, ictihadı yasak etmek değildir. Hicretten dört asır sonra, mutlak müctehid hiç yetişmediği için, ictihad yapılamadı, ictihad kapısı kendiliğinden kapandı.

Ben, Necdli genç ile çok yakın bir arkadaşlık kurdum. Daima onu övüyordum. Bir gün ona, sen Ömer ve Ali’den daha büyüksün. Peygamber şimdi hayatta olsaydı, onları değil seni kendine halife tayin ederdi. Ben, İslam’ın senin elin üzerinde yenilenmesini ve yükselmesini umuyorum. İslam’ı cihana yayacak biricik âlim sensin dedim. 

(KİBİRLİ İNSANLAR ÖVÜLMEYİ SEVER)

Onunla Kur’anı, sahabenin, mezhep imamlarının ve müfessirlerin tefsirlerine muhalif bir şekilde, tamamen kendi fikirlerimize göre tefsir etmeyi kararlaştırdık. Kur’anı okuyor ve bazı âyetler üzerinde konuşuyorduk. Bundan maksadım, onu tuzağa düşürmekti. Zaten o da, kendini devrimci olarak göstermek ve daha fazla itimadımı kazanmak için, görüşlerimi memnuniyet ile karşılardı.

Bir kere, Cihad farz değildir dedim. İtiraz etmesine rağmen onu ikna ettim, kabul etti. Bir kere de, ona müta nikahı caizdir dedim. İtiraz etti ve (Ömer, Peygamber zamanında mevcut olan iki mütayı yasak etti ve onu yapanı cezalandıracağını bildirdi) dedi. Ben, sen hem, Ömer’den daha iyi biliyorum diyor, hem de ona tâbi oluyorsun. Kaldı ki Ömer, Peygamber helal ediyordu, ben yasaklıyorum demiştir. Sen niye Kur’an ile Peygamberin sözünü bırakıp, Ömer’in sözünü tutuyorsun dedim. O cevap vermedi. Anladım ki, ikna oldu. Onun canının kadın istediğini biliyordum, kendisi bekâr idi. Ona, gel müta nikahı ile birer kadın alalım. Onlarla eğleniriz dedim. Başını sallayarak kabul etti. Bu fırsatı büyük bir ganimet bildim ve ona eğlencelik bir kadın bulmaya söz verdim. Benim gayem, onun insanlardan olan korkusunu kırmaktı. Fakat o, bu işin aramızda sır olarak kalmasını ve ismini de kadına söylemememi şart koştu. Alelacele, orada Müslüman gençleri ifsad etmek için, Sömürgeler bakanlığı tarafından gönderilen, Hristiyan kadınların yanına gittim. Onlardan birine meseleyi anlattım. Kabul edince, ona Safiye ismini verdim. Necdli genci onun evine götürdüm. Evde sadece Safiye vardı. Necdli genç için bir haftalık müta yaptık. O da kadına ücret olarak biraz altın verdi. Ben dıştan, Safiye içten, Necdli genci avlamaya başladık.

Safiye, onu iyice eline aldı. Zaten, o da, ictihad ve fikir hürriyeti bahanesi ile, İslamiyet’in emirlerine karşı gelmenin nefsani tadını duymuştu.

Müta nikahının üçüncü gününde, âyet ve hadislere rağmen içkinin haram olmadığına dair uzun uzadıya onunla münakaşa ettim. Sonunda, sarhoş etmeyecek kadarı içmek haram değildir diye inandı ve (içki sarhoş etmediği zaman, haram değildir) dedi.
Aramızda geçen bu içki ile alakalı münakaşayı Safiye’ye bildirdim ve ona çok kuvvetli bir içki içirmesini tembih ettim. O da, (Senin dediğini yaptım, içkiyi içirdim, oynadı) dedi. İşte böylece, Safiye ile birlikte, onu iyice ele geçirdik. Sömürgeler bakanı ile vedalaştığım zaman bana, (Biz İspanya’yı Müslümanlardan içki ve zina ile aldık. Yine bu iki büyük kuvvet ile, diğer bütün topraklarımızı da geri alalım) demişti. Bu sözünde ne kadar haklı olduğunu şimdi anlıyorum.

Bir gün ona oruç meselesini açtım. Oruç sünnettir, farz değildir dedim. Buna da itiraz edip, (Beni temelli dinden mi çıkarmak istiyorsun?) dedi. Ben de ona, din, kalbin temizliği, ruhun selameti ve başkasının hakkına tecavüz etmemektir. Peygamber, (Din sevgidir) dememiş mi dedim. Bir kere ona, namaz farz değildir, Allah Kur’anda, (Beni anmak için namaz kıl) [Taha 14] demiyor mu dedim. Öyle ise, namazdan maksat, Allah’ı anmaktır. Binaenaleyh namaz kılmak yerine, Allah’ı an dedim. O da, (Evet bazı kimseler, namaz vakitlerinde namaz yerine Allah’ı zikir ediyorlarmış) dedi. Ben de, onun bu sözüne çok sevinmiştim. Bu fikri ileri götürmeye çok çalıştım ve onun kalbini ele geçirdim. Sonra baktım ki, namaza önem vermiyor. Bazen kılıp, bazen kılmıyor. Bilhassa sabah namazlarını çok kaçırıyordu. Zira, gece ortasına kadar onunla konuşarak, uyumasına mani oluyordum. Sabahları da, halsiz olduğu için, namaza kalkamıyordu.

Bir gün, Peygamber hakkında da yokladım, (Bundan sonra, bu konuda, konuşursan, aramız açılır ve seninle alakamı keserim) dedi. Bunun üzerine, bütün başarılarımın bir anda yok olacağı korkusundan, Peygamber hakkında konuşmayı bıraktım.
Sünnilik ve Şiiliğin haricinde, kendisine bir yol tutmasını telkin ettim. O da, bu fikrime önem veriyordu. Zira mağrur biriydi. Onun yularını Safiye sayesinde, ele geçirdim.

Bir kere de, Peygamber eshabını birbirine kardeş yapmış, doğru mu dedim. (Evet), dedi. Bunun üzerine, İslam’ın ahkamı geçici mi, devamlı mı dedim. (Devamlıdır. Zira Peygamberin helali kıyamet gününe kadar helal, haramı da kıyamet gününe kadar haramdır) dedi. Ben de, öyleyse gel seninle kardeş olalım dedim ve onunla kardeş olduk.

O günden sonra, ondan hiç ayrılmadım. Sefere çıktığında da beraberdik. Kendisine çok önem veriyordum. Zira, gençliğimin en kıymetli günlerini vererek diktiğim ağaç, meyvesini vermeye başlamıştı.

Londra’ya, Sömürgeler bakanlığına her ay bir rapor gönderirdim. Gelen cevaplar çok cesaret verici ve teşvik edici idi. Necdli genç, kendisine çizdiğim yolda yürüyordu.
Benim vazifem ona, istiklal, hürriyet ve şüpheciliği aşılamaktı. İstikbalinin çok parlak olacağını söyler ve onu çok överdim. Bir gün, şöyle bir rüya uydurdum: 

Dün gece Peygamberimizi rüyada gördüm. Hocalardan duyduğum sıfatlarını da söyledim. Bir kürside oturuyordu. Etrafında, hiç tanımadığım âlimler vardı. Siz girdiniz. Yüzünüz nur gibi parlıyordu. Peygamberin yanına vardığınızda, Peygamber yerinden kalktı ve her iki gözünüzün arasını öptü. Ve (Sen benim adaşım, ilmimin vârisisin, din ve dünya işlerinde, benim vekilimsin) dedi. Sen, (Ya Resulallah, ben ilmimi insanlara açıklamaktan korkuyorum?) dedin. Peygamber cevaben, (Sen büyüksün, hiç korkma) dedi.

Rüyayı duyduktan sonra, sevincinden uçuyordu. Birkaç defa doğru mu diye sordu. Ben de, her seferinde, yemin ettim, elbette doğrudur dedim. O da, doğru söylediğime emin oldu. O günden sonra, yeni bir mezhep kurmaya karar verdi.
[İstanbul Dar-ül-fünun’unda Akaid-i islamiyye müderrisi Bağdatlı Cemil Sıtkı Zehavi, El-fecr-üs-sadık kitabında diyor ki:
(İngilizlerin hazırladığı Vehhabi fırkasının bozuk fikirlerini, Muhammed bin Abdülvehhab 1737’de Necdde izhar etti. Deriyye emiri Muhammed bin Süud tarafından çok müslüman kanı dökülerek, yayıldı. [Vehhabilerin, müslümanlara, sapıktır, zararlıdır dedikleri ve yaptıkları işkenceler (Kıyamet ve Ahiret) kitabında uzun yazılıdır.] Vehhabiler, kendilerinden olmayan müslümanlara müşrik dediler. Bütün dedeleri gibi bunlar da kâfirdir dediler. Vehhabi dinini kabul etmeyenleri öldürdüler. Mallarını ganimet olarak yağma ettiler. Fıkıh, tefsir ve hadis kitaplarını yaktılar. Kur’an-ı kerimi, kendi düşüncelerine göre yanlış tefsir ettiler. Müslümanları aldatmak için, Hanbeli’yiz dediler. Halbuki, Hanbeli âlimlerinin çoğu bunları red eden, bozuk olduklarını bildiren kitaplar yazdılar. Haramlara helal dedikleri ve enbiyayı ve evliyayı suçladıkları için kâfir oluyorlar. 

Vehhabi dininin esası ondur. İnançları şöyledir: 
1- Allah maddi bir varlıktır. Eli, yüzü ve ciheti vardır. 
2- Dört mezhepten birini taklit eden kâfir olur. 
3- Vehhabi olmayan kâfirdir. 
4- Peygamberin ve Evliyanın mezarlarını ziyaret etmek haramdır. 
5- Peygamberi, evliyayı vesile yaparak dua eden kâfir olur. 
6- Allah’tan başkası ile yemin eden müşrik olur. 
7- Allah’tan başkası için nezreden ve Evliya kabri yanında hayvan kesen müşrik olur.
8- İlk peygamber Âdem değil Nuh’tur, Âdem, İdris ve Şit peygamber değildir.
9- Kur’andan bizim anladığımız doğrudur diyorlar. 
10- Eshab-ı kiramın ve âlimlerin bildirdiği şeyleri inkâr ederler.) [El-fecr-üs-sadık] 

[Dikkat edilirse, vehhabiliğin bu on esası, Hempher’in Necdli Muhammed’e telkin ettiği din bilgileridir.]
Londra’dan yeni emir geldi

Şiilerin en çok sevdiği, aynı zamanda onların ilim ve ruhaniyet merkeziKerbela ve Necef şehirlerine gitmek için Londra’dan emir geldi. Necdli genç ile görüşmemize son vermeye, Basra’dan ayrılmaya mecbur oldum. Ama bu cahil ve ahlakı bozulan adamın, yeni bir fırka kuracağına ve İslamiyet’in içerden yıkılmasına sebep olacağına ve bu fırkanın bozuk inançlarını hazırlamış olduğuma sevinerek, Basra’dan ayrıldım.

Necef’e, Azerbaycanlı bir tüccar kıyafetinde gittim. Şii din adamlarıyla arkadaşlık ve samimiyet kurdum ve onları aldatmaya başladım. Onların ders halkalarına katıldım. Sünnilerin çalıştıkları gibi, fen bilgilerine çalışmadıkları ve onlardaki güzel ahlaka malik olmadıklarını gördüm. 

Birkaçı şöyledir:
1- Osmanlıya son derece düşmanlar. Sünnilere kâfir diyorlar.
2- Şii âlimleri, tıpkı bizim duraklama devrindeki papazlarımız gibi, kendilerini tamamen dini ilimlere vermiş, dünyevi ilimlerle çok az ilgileniyorlar.
3- İslamiyet’in hakikatinden, fen ve teknikteki ilerlemelerden haberleri yok.

Birkaç kere, onları halifeye isyan etmek için teşvik ettim. Beni maalesef dinleyen olmadı. Çünkü onlar, Hilafete zapt edilmesi mümkün olmayan bir kale gibi bakıyorlardı. Onlara göre, ancak Mehdi geldiği zaman, hilafetten kurtulabilirlerdi.

Irak seferimde kalbimi ferahlandıran bir manzara ile karşılaştım. Bazı olaylar, Osmanlının sonunun yaklaştığını haber veriyordu. Zira, İstanbul hükümeti tarafından tayin edilen vali, cahil ve zalim biri idi. Halk ondan razı değildi.

Londra’ya dönmek istiyordum. Zira, uzun zaman gurbette idim. Vatanımı ve ailemi çok özlemiştim. Bundan dolayı, raporumla beraber, bakanlıktan kısa bir müddet için bile olsa, Londra’ya dönmek için izin talep ettim. Üç yıllık Irak seferimle alakalı intibalarımı şifahen anlatmak ve biraz istirahat etmek istiyordum.
Bakanlığın Irak’taki mümessili, kimse şüphelenmesin diye, kendisine fazla uğramamamı ve Dicle nehrinin kıyısındaki hanların birinde, bir oda kiralamamı tembih etti ve (Londra’dan haber gelince sana bildireceğim) dedi.

Basra’dan Kerbela ve Necef’e gittiğimde, Necdli genç, kendisine gösterdiğim yoldan sapacak diye, çok üzülüyordum. Zira o, çok değişken idi. Onun üzerinde inşa ettiğim bütün emellerimin zayi olacağından korkuyordum.

Kendisinden ayrılırken, İstanbul’a gitmeyi düşünüyordu. Bu fikrinden vazgeçmesi için, çok telkinde bulundum ve (Oraya gittikten sonra, seni tekfir edebilecekleri bir söz sarf edersin, seni öldürmelerinden çok endişe ediyorum) diyerek vazgeçirmeye çalıştım.

Gayem başka idi. Oraya gittikten sonra, eğrilerini doğrultacak, Ehl-i sünnet itikadına dönmesini sağlayacak derin âlimlerle görüşmesinden ve bütün emellerimin zayi olacağından korkuyordum. Çünkü, İstanbul’da ilim ve İslam’ın güzel ahlakı vardı.

Ondan ayrılırken, kendisine, takıyyeyi anlattım. (Şiiler arasında, takıyye et, Sünni olduğunu söyleme ki, başına bir felaket getirmesinler) dedim.

Oradan ayrılırken, zekat adı altında ona bir miktar para verdim.
Londra’ya dönmek için emir geldi
Nihayet dönmek için emir geldi. Londra’ya döndüm. Londra’da sekreter ve bazı bakanlık mensupları ile görüştüm. Onlara uzun seferimde yaptıklarımı ve müşahedelerimi anlattım. Çok sevindiler ve memnuniyetlerini bildirdiler. Daha önce gönderdiğim raporu da görmüşlerdi. Safiye de, benim raporuma mutabık bir rapor yollamış. Yine öğrendim ki, her seferimde, bakanlığın adamları, beni takip etmişler. Onlar da, gönderdiğim raporlara ve sekretere anlattıklarıma uygun raporlar vermişler.

Sekreter, Bakan ile görüşmem için bana vakit verdi. Bakanı makamında ziyaret ettiğimde, beni İstanbul’dan döndüğüm seferden farklı bir şekilde karşıladı. Kalbinde, müstesna bir yer işgal etmiş olduğumu anladım.

Bakan, Necdli genci elde ettiğime çok memnun oldu. (O, bakanlığımızın aradığı bir silah idi. Bütün mesain, sadece onu elde etmek için olsa da değer) dedi.

Ben de, (Necdli genç için çok endişeli idim. Zira fikrinden dönmüş olabilir) dedim. (Kalbin rahat olsun. Ondan ayrıldığında sahip olduğu fikirlerden dönmemiştir ve İsfahan’da bakanlığımızın casusları, onunla görüşmüşler, bakanlığa onun bozulmadığını haber vermişlerdir) dedi. Kendi kendime dedim ki, (Necdli genç nasıl sırlarını başkasına anlatabilir!) Bunu bakana sormaya cesaret edemedim. Fakat, sonra Necdli genç ile görüştüğümde anladım ki, İsfahan’da Abdülkerim isminde bir adam onunla görüşmüş ve (Ben Şeyh Muhammedin [Beni kast ediyor] kardeşiyim. Sizin hakkınızda ne biliyorsa hepsini bana söyledi) diyerek, Necdli Muhammedi aldatmış ve onun sırlarını öğrenmiş.
Necdli Muhammed bana, (Safiye benimle İsfahan’a geldi ve iki ay daha, onunla müta nikahı ile yaşadık. Abdülkerim de, benimle Şiraz’a geldi ve Safiye’den daha güzel ve daha cazip Asiye isminde bir kadın daha buldu. O kadınla da müta ile, hayatımın en neşeli dakikalarını geçirdim) dedi.

Daha sonra öğrendim ki, Abdülkerim, İsfahan havalisinden Celfa’da oturan, bakanlığın hristiyan bir ajanıdır. Asiye ise, Şiraz Yahudilerinden olup, bakanlığın başka bir ajanıdır. Dördümüz, Necdli genci ileride kendisinden bekleneni en güzel bir şekilde yapabilecek surette yetiştirdik.

Ben, olayları anlatınca, Bakan bana, (Sen bakanlığın en büyük madalyasını hak ettin. Zira sen, bakanlığın en mühim ajanları arasında birincisin. Sekreter sana, vazifende yardımcı olacak bazı devlet sırları söyleyecek) dedi. Sonra, bana on günlük izin verdiler.
Yeni emirleri almak için Bakanlığa, gittiğimde, sekreter, (sana çok mühim iki devlet sırrı söyleyeceğim. İlerde, bu iki sırdan çok istifaden olacaktır. Bu iki sırrı, kendilerine tam itimat edilen, birkaç kişiden başka kimse bilmez) dedi. Elimden tutarak, Bakanlığın bir odasına götürdü. Bu odada çok cazip bir şeyle karşılaştım: Yuvarlak bir masanın etrafında on adam oturuyordu. 

Birincisi, Osmanlı padişahının kıyafetinde idi. Türkçe ve İngilizce biliyordu. 
İkincisi, İstanbul’daki Şeyh-ul-İslamın kıyafetinde idi. 
Üçüncüsü, İran Şahının kıyafetinde idi. 
Dördüncüsü, İran sarayındaki vezirin kıyafetinde idi. 
Beşincisi, Şiilerin tâbi olduğu Necef’deki en büyük âlimin kıyafetinde idi.

Bu son üç kişi, Farsça ve İngilizce biliyorlardı. Bu adamların her birinin yanında, onların söylediklerini yazmak için, birer katip bulunuyordu. Bu katipler aynı zamanda, bu adamlara, casusların İstanbul, İran ve Necef’deki, onların asılları olan beş kişi hakkında topladıkları malumatı bildiriyorlardı.

Sekreter, (Bu beş kişi, oralardaki beş kişiyi temsil ederler. Onların ne düşündüklerini anlamak için, asılları gibi yetiştirdik. Biz İstanbul, Tahran ve Necef’dekilerle alakalı elimize geçen bilgileri, bunlara bildiriyoruz. Bunlar da, kendilerini oradakilerin yerinde kabul eder. Biz onlara soruyoruz, onlar da bize cevaplandırıyor. Bizim tespitimize göre, buradakilerin cevapları, oradakilerin cevaplarına yüzde yetmiş uymaktadır. İstersen, tecrübe mahiyetinde bir şeyler sorabilirsin. Nasılsa, daha önce Necef âlimi ile görüşmüştün) dedi.

Ben de peki dedim. Zira, daha önce, Necef’deki şianın en büyük âlimi ile görüşmüş ve ona bazı hususlar sormuştum. İşte, onun benzerinin yanına yaklaştım ve bazı sorular sordum o da cevaplandırdı.

Bakanlıktaki bu adamın cevapları, Necef’deki Şii âliminin cevaplarına tıpa tıp mutabık idi. Bu adamın Necef’deki âlime bu kadar uygunluğu, beni hayretler içinde bıraktı. Bir de üstelik bu adam Farsça biliyordu.

Sekreter, (Şayet sen diğer dört kişinin asılları ile de görüşmüş olsaydın, şimdi onlarla da görüşebilir ve onların da asıllarına ne kadar mutabık olduğunu görebilirdin) dedi. Ben dedim ki, (Şeyh-ul-İslamın da nasıl düşündüğünü biliyorum. Çünkü, benim İstanbul’daki hocam Ahmed efendi, Şeyh-ul-İslamı bana iyice anlatmıştı.) Sekreter, (O zaman buyur, onun da numunesi ile görüşebilirsin) dedi.

Şeyh-ul-İslamın benzerinin yanına yaklaştım ve ona da bazı sorular sordum. O da cevaplandırdı. Bu soruları hocam Ahmed efendiye de, daha önce sormuş ve az bir fark ile aynı cevapları almıştım.
Sonra, sekretere dedim ki, (Bu benzer kimseleri hazırlamanın hikmeti nedir?) Bana; (Biz bu usul ile onların düşünce kabiliyetlerini öğreniyoruz. Siyasi ve dini mevzularda, onlar ile mücadele etmemize yardımcı tedbirler bulmaya çalışıyoruz. Mesela, düşman askerlerinin hangi taraftan geleceğini bilirsen, ona göre hazırlanır ve askerlerini uygun yerlere yerleştirirsin ve onu perişan edersin. Fakat, onun ne taraftan saldıracağını bilmezsen, askerlerini her tarafa gelişigüzel dağıtır ve mağlup olursun. Aynen öyle, Müslümanların, getirecekleri delilleri bilirsen, onların delillerini çürütebilecek karşı deliller hazırlaman mümkün olur ve o karşı delillerle onların akidelerini sarsabilirsin) dedi.
Sonra, bin sayfalık bir kitap verdi. (Okuduktan sonra getirirsin) dedi.

Bakanlığın verdiği kitabı okuduktan sonra, devletime olan itimadım biraz daha arttı ve Osmanlı İmparatorluğunun bir asırdan daha az bir zaman içinde yıkılması planlarının hazırlandığını yakînen anladım. Müslümanlarla alakalı malumatım arttı. Onların nasıl düşündüğünü, onların zayıf noktalarını, kuvvetli noktalarını, ayrıca, kuvvetli noktalarını zayıf nokta haline getirmenin usullerini iyice öğrenmiş oldum.

Kitap, (Müslümanların zayıf noktaları) olarak, zikir ettiği yukarıdaki maddelerden sonra, Müslümanları, dinleri olan İslamiyet’in maddi ve manevi üstünlüğünden cahil bırakmanın lazım olduğunu tavsiye ediyordu.

BU YAZIDAN ŞU SONUÇLARI ÇIKARABİLİRİZ:

1. TÜRK DEMEK İSLAM'IN SANCAKTARI DEMEKTİR. BUGÜN OYNANAN EN BÜYÜK OYUN TÜRK'ÜM DEMENİN IRKÇILIK DEMEK OLDUĞUNU MİLLETE EMPOZE ETMEKTİR, TARİHTEN VE İSLAMİYETTEN GELEN TÜRKLÜĞE VERİLMİŞ MİSYONU İNKAR ETMEKTİR.

2. TÜRKLER İSLAM'IN SANCAKTARIDIR. YANİ İSLAM DÜNYASI İÇİNDE YAHUDİ, İNGİLİZ FİTNESİ VE OYUNLARIYLA BOZULMAMIŞ, EHLİ SÜNNET VEL CEMAAT ÜZERE OLAN TEK MİLLET TÜRKLERDİR (TÜRKİYE TÜRKLERİDİR.)

3. NE İRAN ŞİASI, NE SUUDİLER ÖNDERLİĞİNDEKİ KÖRFEZ ÜLKELERİ İSLAMİYETİ TEMSİL ETMEKTEDİR. BUNLARIN HİÇ BİRİ EHLİ SÜNNET VEL CEMAAT ÜZERE DEĞİLDİR.

4. TÜRKİYE'NİN VEHHABİ VE TEKFİRCİ ZİHNİYETLE BİRLİKTE SİYASET İZLEMESİ, ONLARDAN TARAF OLMASI TARİHİ BİR HATADIR. SUNNİ İSLAM BİRLİĞİ YAHUDİNİN OYUNUDUR. AMAÇ TÜRKİYE'NİN DE İÇİNDE BULUNDUĞU BİR MEZHEP SAVAŞI ÇIKARMAKTIR. TÜRKİYE VEHHABİ DEĞİLDİR, BÖYLE BİR BİRLİK İÇİNDE YER ALAMAZ.

5. BÜYÜK OYUN TÜRKİYE ÜZERİNE OYNANMAKTADIR. TÜRKİYE SUNNİ İSLAM BİRLİĞİ ALDATMACASIYLA YUMUŞAK KARIN HALİNE GETİRİLMİŞTİR. YENİ OYUN TIPKI İNGİLİZLERİN TARİHTE YAPTIĞI GİBİ, MİLLETİN İTİKADINI BOZMAK ÜZERİNE OYNANMAKTADIR.

6. TÜRKİYE SON KALEDİR. İSLAM'IN SON KALESİ. BU KALE YIKILMAYACAK ALLAH'IN İZNİYLE. İSLAM'I (EHLİ SÜNNET VEL CEMAAT ÜZERE OLAN İSLAM'I) YENİDEN TÜM DÜNYAYA HAKİM KILACAKTIR. İÇERİDEKİ ONCA İŞBİRLİKÇİ VE HAİNE RAĞMEN.