14 Ağustos 2015 Cuma

GERÇEK ATATÜRK

AHMET AKGÜL HOCA ATATÜRK'Ü GERÇEĞE ÇOK YAKIN ANLATMIŞ

EN ALTTA DA KISA YORUM VAR, OKUYALIM İNŞALLAH

Değerli, derinlikli ve Milli düşünceli bir dostum vesilesiyle tanıştığım, Adnan Menderes’in Demokrat Partisi’nden 9. Dönem Elazığ Milletvekili olan Rahmetli Abdullah (Demirtaş) Bey’in oğlu Muhterem İbrahim Demirtaş anlatmıştı. Babası Abdullah Demirtaş, Elazığ Palu-Kovancılar arasındaki SEKERAT Beylerinden Rahmetli İbrahim Bey’in oğludur ve yine meşhur Harput musikisinin üstat starlarından Enver ve Paşa Demirbağ’ların hamisi Sekratlı Ali Bey’in kardeşi olmaktadır. Mustafa Kemal de, Muş’u Rus işgalinden kurtarmak üzere 1915 yılında Diyarbakır’dan gelip Sekerat’ta Karargâh kurmuşlar ve Rahmetli Abdullah ve Ali Bey’lerin ve babaları İbrahim Bey’in konağında kalmışlardı.

9. Dönem DP Elazığ Milletvekili olan Abdullah Demirtaş, aynı zamanda varlıklı bir zat olan babasının saygınlığı ve dindarlığı sayesinde Urfa ve Diyarbakır gibi illerden getirilen büyük âlimlerin eğitim ve öğretiminde ve çeşitli medreselerde özel dersler alarak 12 ilimden mezun olmuş değerli bir ilim adamıdır ve şu tevafuka bakınız ki, kendi okuduğu ve kenarlarına şerh ve haşiyeler koyduğu çok müstesna Arapça ve Osmanlıca kitaplarının bazısı Kovancılar’daki bir ahbabımız tarafından 40 sene kadar önce bize ulaştırılmıştı ve hala kütüphanemizde bulunmaktadır. Rahmetli Abdullah Bey, aynı zamanda dini hamiyet ve Milli hassasiyet sahibi bir zat olup, Afyonkarahisar’ın Emirdağ kazasında sürgünde bulunan Bediüüzaman Hazretlerini, oğlu İbrahim Bey’le birlikte ziyarete gidecek kadar da cesaret ve ciddiyet sahibi örnek bir Müslüman’dı.

İşte tanıştığımız İbrahim Demirtaş Bey, Rahmetli babası Abdullah Bey’den şöyle bir olay aktarmıştı:
1925 yılında Palu merkezli başlatılan, sonra yayılıp Bingöl, Muş, Diyarbakır ve Elazığ’ı da karıştıran meşhur Şeyh Said isyanı münasebetiyle, aslında bu hareketle hiçbir ilişkileri ve tasvipleri olmadığı halde, Abdullah Bey ve aile fertleri de takip ve taciz altına alınmışlardı. Şeyh Said Efendi iyi niyetli ve dini gayretli bir zat olsa da, aslında Musul’u bizden koparmaya çalışan, Kürtçülük damarıyla milli birlik ve dirliğimizi bozmaya uğraşan başta İngilizler o günkü dış merkezlerin hazırladığı tertip ve tezgâhın farkına varmamıştı. Ve maalesef Mustafa Kemal’in otoritesini sarsmak ve sıkıntıya sokmak suretiyle Musul’la ilgilenme fırsatını elinden almak amacıyla Kazım Karabekir gibi bazı paşaların bölgeye gidip ayaklanmaları halinde bu harekete destek çıkılacağı ve ordunun kendisine katılacağı vaadiyle kışkırtmasıyla da o vahim olaylar yaşanmıştı.

İşte böylesine kritik ve kaotik bir ortamda Abdullah Bey Palu askerlik şubesine çağrılmış ve derhal askere alınacağı hatırlatılmıştı. Şube Yüzbaşısından rica edip, hiç değilse Elazığ’da yaşayan annesini görüp duasını almak ve hazırlık yapmak üzere birkaç günlük izin almıştı. Sekrat’taki evlerine geldiğinde kendisinin oldukça tedirgin ve telaşlı olduğunu gören konak müdavimlerinden ilim ve irfan ehli ve maneviyat sahibi Yusuf Hoca Efendi Abdullah Bey’e bunun sebebini sormuş ve işin aslını öğrenince de kendisini şöyle teselli ve teskin buyurmuşlardı:

“Sakın ha hiç korkma ve meraklanma… Her şeyin bizzat Cenabı Hakkın tayin ve takdirinde olduğunu unutma… Bize düşen Yüce Rabbimize iltica edip yalvarmaktır. Şimdi Biz, Kur’an’ı Kerim’de ve Hadisi Şeriflerde öğretilen müstecap (kabul olunan) duaları ve yakarışları yaparız, o şube Yüzbaşısına da manevi bir mektup yazar ve kalbini yumuşatması için Rabbimize sığınırız, Talak Suresi 2. Ayette haber buyrulduğu gibi “(Samimiyet ve teslimiyetle) Allah’tan korkup (sakınan ve O’na sığınan) kimselere, (hiç bilinmedik ve beklenmedik sebeplerle sıkıntılardan) çıkış yolları ve kurtuluş kapıları açılacaktır”. Bu yüzden siz yarın tekrar şubeye uğrayınız, Yüzbaşı tarafından inşallah hürmet ve izzetle karşılanıp ağırlanırsınız.. Kalkarken de ”Terhis tezkeremiz hazırlanmadı mı?” diye de hatırlatırsınız!?.

Bu mübarek ve muhterem Yusuf Hoca Efendi’nin birçok garip ve acaip hallerine rastlamıştık, ama bu söylediklerine pek aklınız yatmamıştı. Buna rağmen hatırı kalmasın ve saygısızlık olmasın diye ve son bir ümitle ertesi gün tekrar Palu şubesine gittiğimde, hayretler içinde kalmıştım. Çünkü Yüzbaşı beni kapıda karşılamış ve kahve ısmarlayıp ağırlamıştı. Bir müddet sohbetten sonra kalkmak için müsaade isterken, cesaretimi toplayıp Yusuf Hoca Efendi’nin tavsiyesi üzerine “Yüzbaşım Terhis teskeremiz hazırlanmadı mı?” diye sorunca Şube Yüzbaşısı hazırlanan resmi terhis belgesini çıkarıp bana uzatmışlardı.

O dönemde, devlete uzun süreli ve önemli hizmetler sunan ve ilim tahsiliyle uğraşıp toplumun Milli Mücadele’ye katılmasına rehberlik yapan özel şahsiyetlerin askerlikten muaf tutulmasına ve “Vatani görevini yapmıştır” tezkeresi yazılmasına dair bazı istisnai kanun maddelerinin Abdullah Bey’e de uygulandığı, ilahi bir ilhamla kalbi rikkat ve şefkate gelen Yüzbaşının zaten hak ettiği bir kolaylığı kendisine sağladığı anlaşılmıştı.

Mesele daha net anlaşılsın ve olayı aktaran zevatın manevi ve ahlaki yönü ortaya çıksın da ona göre yaklaşılsın ve yorum yapılsın diye, bu kadar uzun bir girişten sonra şimdi asıl Mustafa Kemal’le ilgili konuya gelelim:

BURASI YAZININ EN ÖNEMLİ YERİ VE GERÇEK ATATÜRK'Ü ÇOK YAKIN ANLATMIŞ:

İşte Konaktaki hikmet ve keramet ehli Yusuf Hoca Efendi’nin Atatürk’le ilgili tavır ve tasarruflarını, 9. Dönem Milletvekilimiz ve bilgin bir hemşerimiz olan Abdullah (Demirtaş) Bey, oğlu İbrahim Bey’e, mahrem bir anı olarak şöyle aktarmışlardı:

Bunca manevi himmetine ve Rahmani marifetine şahit olduğumuz ve derin bir saygı duyduğumuz Yusuf Hoca Efendi’ye bir gün, bazılarının kendisi hakkında şu şekilde sitemde bulunduklarını söyleyerek: “Madem müstecap dualarla ve Allah katında naz makamındaki niyazıyla bu Yusuf Hoca bazı hayırların celbine ve belaların define yarayacak yakarışlarda bulunuyor, öyle ise pek çok kötülüklerin önünü açtığı ve İslam’a aykırı davrandığı söylenen Mustafa Kemal’i durdurmak ve tahribatlarına engel olmak için niye bir girişimde bulunmuyor?” diye hakkında dedikodu yapıldığını hatırlatmıştım. Bunun üzerine O Zat bana şu tarihi itiraflarda bulunmuşlardı:

“Yakinen tanımadığımız, bazı girişimlerindeki asıl niyetini ve hedefini kavrayamadığımız Mustafa Kemal’le ilgili bende de aynı olumsuz kanaatler oluşmaya başlamıştı. Bunun üzerine Kuran’ı Kerim’deki bütün dua ayetlerini ve Hazreti Peygamber Efendimizin meşhur dua hadislerini, seçkin sahabilerin ve büyük İslam âlimlerinin mübarek ve müstecab dua metinlerini, İsm-i Azam olarak bilinen bütün yakarış şekillerini, özel vakitlerde ve samimi bir yönelişle tekrarlayıp Yüce Rabbimizin nusret ve himayesine sığınarak ve O’nun rahmet kapısını bu çok tesirli dua tokmaklarıyla çalarak, Mustafa Kemal’in durdurulması ve devre dışı bırakılması için yalvarmış ve Bakara suresi 102. Ayetinde haber verilen “Babil’deki Harut ve Marut isimli (insan kılığına girmiş) iki meleğe indirilip öğretilen” cinsten bazı özel tılsımları hazırlayıp uygulama aşamasına dayanmıştım. Ancak işte o gece manevi görevliler beni şiddetle ikaz edip, bundan vazgeçmem için beni hiddetle uyarmışlardı. Mustafa Kemal’in, Anadolu arsasında kurulacak yeni bir Türk-İslam medeniyetine alan hazırladığını; İslam’a değil, koflaşmış kurumlara ve yozlaşmış kafa yapısına karşı çıktığını, şu anda ekonomik ve askeri yönden üstün ve etkin bulunan yabancı güçleri oyalamak ve içerideki hassas dengeleri korumak için tavizkar ve tahripkâr görünen bazı davranışlara mecbur kaldığını, ama bütün bunların sonunda büyük hayırlara ve kutlu yarınlara vesile olacağını bana hatırlatmışlardı.
Bu manevi uyarılara rağmen “Belki de şeytani bir tuzaktır” diyerek aynı beddua ve tılsımları tekrar yapmaya kalkıştığımda, bu sefer Rahmani olduğundan asla şüphe etmeyeceğim şekilde, ruhani görevliler gelip, bu inat ve ısrarımdan vazgeçmediğim takdirde, maddi ve manevi büyük belalara uğrayacağımı haykırmış, o gece yarı felç olmuş şekilde uyanmış ve o yanlış kanaatlerimi bırakmıştım.”

Kur’an-ı Kerim’de Kehf suresi 60-82 ayetlerinde anlatılan Hz. Musa (AS) ile Hz. Hızır (AS) arasındaki, özel “ledün ilmini” ve ilahi kader hikmetini öğrenme kıssasını ve zahiren yanlış ve yararsız gibi görünen bir takım icraatların, hangi hayırlı sonuçları doğuracağıyla ilgili sırları kavramadan, bu aktarılan konuları anlamak ve mesajları algılamak elbette zor olacaktır.
İşte bu merhum ve Muhterem Milletvekilimiz Sekratlı Abdullah (Demirtaş) Bey’in, İsrail’e aşırı yakınlığı ve hatta hizmetkâr tavırları ve her dönemde Bakanlarının, bir ikisi hariç, tamamını tescilli Masonlardan seçip ataması yüzünden Başbakan Adnan Menderes’e de -30 kadar arkadaşıyla- karşı çıkıp aralarının açıldığını yine oğlu İbrahim Bey anlatmışlardı.

Rahmetli Erbakan Hocamız; 1960 ihtilalinde İstanbul Emniyet Müdürü yapılan bir generalin, Gümüş motor fabrikasını ziyarete gelerek, kendisine:
“Biz ülkemizde bu tür milli ve yerli sanayi yatırımları çoğalsın, Atatürk’ün ifadesiyle, “Türkiye’miz muasır Batı medeniyetinin fevkine çıksın (yani yakalasın ve onu aşsın)” diye bu harekete kalkıştık, şimdi bizden istediğiniz her türlü imkân ve kolaylık size sağlanacaktır” dediğini aktarmıştı. Hocamız ise, Sizden tek istediğimiz; bütün generallerimize toplu halde, “sanayileşme davamız konusunda milli sorunlarımız, sorumluluklarımız ve çıkış yollarımız” konulu bir konferans vermemize fırsat hazırlamanızdır, buyurmuşlar, sonunda bu amacına ulaşmışlar ve 200 kadar Generalimizin katıldığı bir salonda bu konuyu detaylarıyla anlatmışlardı. Bu toplantı da bazı hususların slaytlarla açıklanması için kapatılan elektriklerin tekrar açıldığında, paşalarımızın nerdeyse tamamının yüksek hissiyat ve heyecandan ağladıklarının farkına varmıştı. Çünkü Erbakan onlara gerçek bağımsızlığa ve yüksek kalkınmışlığa ulaşmanın reçetelerini, adım adım Büyük İsrail’e eyalet yapılmamızı önleyecek tarihi projelerini ve bizi şerefli millet yapan değer ve dinamiklerin vazgeçilmezliğini ortaya koymuşlardı. Oysa Mustafa Kemal, 1937 yılında, dönemin yarı resmi yayın organı sayılan Hâkimiyeti Milliye Gazetesinde yayınlattığı bir mesajında: “Batılı ülkelerin, İslam toprağı olan ve Kutsal Mescidi Aksa’yı barındıran Kudüs’te ve Filistin’de, bir Yahudi Devleti kurmaya çalıştıklarını; Hz. Peygamberimizin manevi mirasına ve bölgenin barış ve huzuru hatırına böyle bir girişime kesinlikle karşı çıkacaklarını ve İslam dünyasıyla beraber, gerekirse kahraman ordularımızı üzerlerine göndermekten sakınmayacaklarını” söyleyip uyarmış, bu uyarıları Batılılarca ciddiye alınmış ve 1937’de kurulması planlanan İsrail Terör şebekesi, 1948’e kaydırılmıştı. Şimdi her türlü zulüm ve fitnenin kaynağı olan Siyonist İsrail’in kuruluşuna izin vermeyecek ve 11 yıl geciktirecek kadar inançlı ve kararlı bir şahsiyetin küfür ve kötülükle suçlanması, İsrail’e doğrudan ve dolaylı hizmetkarlık yapan Başbakan ve Cumhurbaşkanlarının ise “dindar kahraman” olarak alkışlanması, herhalde ahmaklığın ve çifte standardın (münafıklığın) en açık ve en cıvık alameti olmalıydı!..
Mürşidi Kamil Şeyh Ali Rıza Septi Hazretlerinden icazetli olan ve Palu Meydan Mezarlığında medfun bulunan Şeyh Mahmud Samini Hazretlerinin halifelerinden ilim ve irfan kutbu İmam Efendi Hazretlerinin sırdaşı ve uzun yıllar yoldaşı olan 1. Dönem Ergani Mebusluğu da yapan Dede Nüzhet Efendi’nin Mustafa Kemal’e yazdığı şiir de enteresandır, bazı tespitlerinde abartılar ve teşbihlerinde tartışmalar olsa da O’nun nasıl mümin ve muvahhit olduğunu anlatmaktadır.
Dede Nüzhet Efendi’nin İttihat ve Terakki Masonlarına yazdığı şu mısralar da O’nun mili ve manevi duyarlılığını yansıtmaktadır:

“Bu hürriyet midir ya kati, zürriyet midir, bilmem
Mülkü Milleti mahvetmeye, bir niyet midir, bilmem
Yoksa ki, bu boktan mürekkep, cem’iyet midir, bilmem
Bu nazmımla asılsam, canıma, minnet midir bilmem
Çalınsın başınıza Nemrud veş, ateşli tokmaklar
Çekilin artık yeter, ey kahbeler, kancıklar, alçaklar!”

Öyle değil, ama haydi diyelim ki sizin iddia ve iftiranıza göre O kâfir bir insandı. Peki, Kuran’a göre münafıklar kâfirden çok daha bayağı ve aşağı sayılmaz mıydı? Sizlerin “Muhafazakâr, dindar, halkın adamı” diye alkışladığınız Cumhurbaşkanlarınız, Başbakanlarınız:
• Kur’an’ın ahkâm ayetlerini artık gereksiz ve geçersiz saydıkları,
• Faizi meşrulaştırıp, rüşvete resmiyet kazandırdıkları, zinayı suç olmaktan ve ceza almaktan çıkarıp yaygınlaştırdıkları,
• İslam Birliği’ni “boş hayal” görüp Haçlı Avrupa Birliği’ne yamanmaya çalıştıkları,
• BOP eş başkanı olup 27 İslam ülkesinin ve Türkiye’mizin parçalanmasına zemin hazırladıkları,
• Batılı gâvurlarla bir olup Irak’ı, Libya’yı, Suriye’yi kana bulayan, korkunç kaoslara yol açtıkları için münafık olmamışlar mıydı?
“Gerçekten münafıklar cehennem ateşinin en aşağı katındadır” (Nisa: 145)
“Şu münafıkları acıklı bir azapla müjdele ki, Onlar (Kur’an düzenini isteyen) Mü'minleri bırakıp, kâfirleri dost ve yönetici tutmakta; izzeti (onur, kuvvet ve ganimeti) Haçlı kâfirlerin yanında aramaktadır” (Nisa: 138-139)
“Ey Nebim, Kâfirlerle (mücadele ettiğin gibi) ve münafıklarla da cihat et, onlara karşı sert ve caydırıcı davran!” (Tevbe: 73) ayetleri gayet açık ve anlaşılırdır.
Atatürk pek çok şeyi Milli Birlik ve dirlik hatırına yapmıştı
Şanlı Milli Mücadelemizin zor şartlarına ve düşmanla işbirliği yapan vatana hıyanet fırsatçılarına karşı kurulan İstiklal Mahkemeleri, 1925 Şeyh Sait isyanıyla başka bir hüviyet kazanmıştı. Muhalif görülenler ağır cezalara çarptırılmış, idamlar yapılmıştı. İtiraz edilecek bir üst mahkeme yolu ta baştan kapatılmıştı. Milli Mücadele'de emeği geçen; hatta ona önderlik edenlerin bazıları bile “vatan hainliği” ile suçlanmış, geniş çaplı bir tasfiye başlamıştı.
6 Mart 1925 tarihinde altı gazete birden (Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf, İstiklal, Sebilü'rreşad, Aydınlık, Orak-Çekiç) kapatılmıştı. Savcı'ya göre “İsyanın türlü türlü sebepleri vardır” ve “Bu sebeple gazeteciler tutuklanmalı, yazılarının isyana tesiri dokunduğuna kanaat gelen gazeteciler sorgulanmalıydı.” Dönme münafık Ahmet Emin Yalman’dan, Eşref Edip gibi İslamcı aydınlara çok farklı kesimden isimler aynı mahkemeye çıkarılmıştı. Maksat Milli Birlik ve dirliği bozacak yayınlara ve kışkırtmalara engel olmaktı. Velid Ebuzziya ile “şakşakçı, fırıldakçı” diye sürekli karşı çıkıp sataştığı İleri Gazetesi'nin sahibi Suphi Nuri bile aynı mahkemede buluşmuşlardı. A. Emin Yalman, dostlarının ricası üzerine İsmet Paşa'ya bir mektup yazmış, tekellüf dolu istirhamların arasına birkaç gazetecilik ilkesini de sıkıştırmıştı. O ürkek metni okuyan İsmet Paşa’ya göre: “Bu bir bağlılık ve pişmanlık ifadesi değil, adeta bir siyasi nota” havası taşımaktadır.
Bu İstiklal Mahkemeleri’nde maalesef birçok yanlışlık ve haksızlıklar, fesatçılık ve fırsatçılıklar, ağır baskılar hatta barbarlıklar da yaşanmıştır. Ancak Şeyh Said isyanıyla patlak veren: “Dini değerleri ve etnik kökenleri istismar edip halkı kışkırtarak Türkiye’yi parçalama, devleti çaresiz ve etkisiz bırakma ve böylece Sevr’in ertelenmiş hedeflerine ulaşma” şeklindeki şeytani planlara karşı Milli Birlik ve dirliğimizi koruma telaşıyla, bu keyfi uygulamalar disiplin altına alınamamıştır.
Mustafa Kemal Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Nutku’nda: “Bu kutlu güne kavuşmanın, en derin sevinci ve heyecanı içindeyim” dedikten sonra: “Bundaki muvaffakıyeti Türk Milleti’nin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkârâne yürümesine borçluyuz” demesi bundandır. Devamında: “Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler yapacağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk Milleti ancak MİLLÎ BİRLİK VE BERABERLİK’le güçlükleri yenip aşmıştır.”[1]
Hakikaten, İstiklâl Savaşı’nın en büyük sıkıntısı, halkın Birlik ve Beraberliğini teminde yaşanmıştı. Nitekim İstanbul’daki İttihatçı kafaların işbirlikçi kadroların ve bazı teslimiyetçi aydınların menfî tutum ve davranışları, bir kısım halkı tereddütlere sevk etmiş, Ankara’nın işini zorlaştırmıştı. Ve zaten, Millî Mücadele’nin Meclis’le işe başlamasının çok sebeplerinden biri de Birlik ve Beraberliğin sağlanmasına en büyük katkıda bulunacağının bilincinde olunmasıdır. Bundan dolayıdır ki, İstiklâl Savaşı’nın hazırlık döneminde M. Kemal Paşa; öncelikle Millî Birlik ve Beraberliği sağlamıştır. Milleti aynı ortak amaç etrafında birleştirmeyi gerçekleştirmeden, yani kalbî, dimağî ve manevî ittihat ve birliği sağlamadan Kurtuluş Savaşı’nı topyekûn başlatmamıştır. Gerçekten bağımsızlığımızın kazanılmasında Birlik olma duygusu başrolü oynamıştır.
Millî Birliğin tesisinde, halk ile aydın arasındaki fikir alış verişinin zaruretine de inanan Atatürk: “Başarılı olmak için aydınlarla halkın düşünce ve gayesi arasında bir uygunluk olması lazımdır. Yani aydınların halka telkin edeceği ülküler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır”[2] kanaatini taşımaktadır. Yani, hiçbir şey, halka rağmen yapılmamalı, halka ters düşmeye ve halkı hor görmeye kalkışmamalıdır. Çünkü bu, Millî Birlik ve Beraberliğin temel taşıdır. Büyük liderler halkı, arkasından gelmeye inandırmış ve onların itimadını kazanmış insanlardır.
Millî Birlik, M. Kemal’ce o kadar hayatîdir ki, onu Millî bir Ülkü hâline getirmemizi arzulamaktadır: “Millî Birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek Millî ülkümüz olmalıdır.”[3] “Kat’iyyen Bilmeliyiz ki, iki üç parça halinde yaşayan milletler zayıftır. (Bu yüzden büyük bir İslâm âlimi ‘İki pehlivan kavga ederken, bir çocuk bile her ikisini dövebilir’ buyurmuşlardır.) Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz tahsilin hududu ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğretmemiz lazımdır:
1) Milliyetine (Din ve Dil birliğine),
2) Türkiye Cumhuriyeti Devletine,
3) Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düşman olanları tanıtmak ve onlarla mücadele yapmak şarttır.”[4]
M. Kemal, sürekli başımıza gelenlerin temelinde, her zaman Birliğe gitmek ve güçlenmek isteğimizin bulunduğunu hatırlatmıştır:
“Bazı büyük ve hayali şeyleri yapmayacağı halde yapacakmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını ve garazını, bu memleketin ve milletin üzerine çekmek yanlıştır. Biz geçmişte panislâmizm (İslâm Birliği) kurmak için ciddi ve netice verici hazırlıklar yapmadığımız halde kalkıp bunları “yapacağız” dedik. Düşmanlar da ‘Yaptırmamak için bir an evvel bunları boğalım’ dediler. İttihatçıların dediği gibi Panturanizm (Türk Birliği) için gerekli ve yeterli adımları atmadık, alt yapısını hazırlamadık, ama “atacağız, kuracağız” dedik. Malum merkezler yine ‘öldürelim önlerini keselim’ dediler. Bütün dava bundan ibarettir.”[5] sözleri anlamlıdır ve Hilafeti de bu yüzden lağvedip ileride şartlar olgunlaştığında sahip çıkılsın diye Meclis’in şahsı manevisine bırakmıştır.
Âlim, şair ve filozof olan ve Sivas Kongresi’ne delege olarak katılan Mehmet Fazlullah Gulami (Darül Hilafe Medresesi Müdürü) 1923’te Cumhurbaşkanı seçilen Atatürk’e tebrik mesajı olarak şu şiiri yazıp yollamıştı:
“Hiç görmedi saadet, Millet hükümetinden
Güzeldir Cumhuriyet, Kur’an olursa düstur
Cuşa geldi gönüller, mahzun sükûnetinden
Gazi Mustafa Kemal, oldu Reis-i Cumhur”
Atatürk’ün de bu Zata resmi bir teşekkür telgrafı vardır. Bu Zatın dörtlüğü bize şunları hatırlatmıştı:
“Türkçe tefsir ettirdi, Gazi Paşa Kur’an’ı
Peygambere hayrandı, akl-ı selim bürhanı
Sahte Atatürkçüler, “Kemalizm” uydurdular
Boğup murdar ettiler, Vatana Koç kurbanı..”



1[1] Atatürk, Türk Gencinin El Kitabı, Başbakanlık Basın-Yayın Genel Müdürlüğünce Derlenmiştir. 3. Basılış, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul-1973, s. 9-10.
2[1] Hakimiyet-i Milliye, 26.3.1923 – “ (a. g. e., s. 23 – 24)
3[1] Ekim 1933 (Hâkimiyeti Milliye)
4[1] Atatürk, Türk Gencinin El Kitabı, Başbakanlık Basın-Yayın Genel Müdürlüğünce Derlenmiştir. 3. Basılış, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul-1973, s. 31
5[1] a. g. e., s. 60



YORUM

CUMHURİYET, SULTAN II.MAHMUD TARAFINDAN KURULMAK İSTENMİŞ AMA ARAPLARIN İNGİLİZ OYUNUNA GELMESİNDEN ÇEKİNİLEREK VAZGEÇİLMİŞTİ.

CUMHURİYET, İKİNCİ OLARAK İSE CENNETMEKAN ABDÜLMAHİD HANIN PROJESİYDİ.O DA KURMAK İSTEDİ O DA ARAPLARDAN ÇEKİNDİ.

SONRA ARAPLAR BİRİNCİ CİHAN HARBİNDE YAPACAKLARINI YAPINCA (İHANET EDİNCE) CUMHURİYET İÇİN ARTIK HİÇ BİR ENGEL KALMAMIŞTI.

KARDEŞİ CENNETMEKAN VAHDETTİN HAN İLE CUMHURİYETİN KURULAMAYACAĞI DA ÇOK AÇIKTI.

ÇÜNKÜ ORDULARI YOK EDİLEN OSMANLI DEVLETİNİN SON PADİŞAHIYDI VE YENİ KURULACAK DEVLETİN BAŞINDA OLMASI DA İMKANSIZDI.YIKILAN DEVLETİN SON PADİŞAHI OLARAK TARİHTEKİ YERİNİ ALACAKTI.

ANCAK CENNET VATAN KAFİRE BIRAKILMAYACAKTI. ANADOLU'DA YEPYENİ BİR CUMHURİYET DEVLETİ KURULACAKTI. 

BU İŞ İÇİN EN GÜVENİLİR VE EN ZEKİ OSMANLI PAŞASI DA ATATÜRK'TÜ. VE ATATÜRK HEM ABDÜLHAMİD HANIN HEM DE VAHDETTİN HANIN HAYRANLIK DUYDUKLARI DEHA BİR KOMUTANDI. HEM DE EN GÜVENDİKLERİ KOMUTANDI.

İNGİLİZLERİN OYUNU İSE ŞUYDU:

OSMANLININ ORDUSUNU İMHA ETMİŞLERDİ AMA ORDUYU İMHA ETMEK BAŞKA BİR ŞEYDİ ANADOLUYU İŞGAL ETMEK VE TÜRK MİLLETİNİ İMHAYA ÇALIŞMAK ÇOK BAŞKA BİR ŞEYDİ.

"ACABA ANADOLUYU İŞGAL EDEBİLİR MİYİZ, BAŞARILI OLABİLİR MİYİZ" DİYEREK TÜRK MİLLETİNİ TEST ETMEK İSTEDİLER VE YUNANI İZMİR'E ÇAĞIRDILAR.

EĞER YUNAN İZMİR'DEN ÇIKARILAMASAYDI YANİ KURTULUŞ SAVAŞI KAZANILAMASAYDI, İNGİLİZLER ANADOLUNUN BİR KISMINI YUNAN'A BIRAKIP KALANINI KENDİLERİ İŞGAL EDECEKLERDİ. İSTEDİKLERİ İSE İSTANBUL'DU VE O DA ONLARA YETERDİ.

AMA KARŞILARINDA BİR ORDU OLMASA BİLE BİR ORDUYA BEDEL BİR KOMUTAN VE DÜNYAYI DİZE GETİREN ÜSTÜN BİR AKIL VARDI. 

ABDÜLHAMİD HAN VE VAHDETTİN HAN BUNLARI ÇOK ÖNCE GÖRMÜŞLER VE TÜRK MİLLETİNİN GÜCÜNÜN TEST EDİLECEĞİNİ ANLAMIŞLAR VE EMANETİ MUZAFFER KUMANDAN ATATÜRK'E TESLİM ETMİŞLERDİ BİLE. 

ANADOLU VE TÜRK MİLLETİ EMİN ELLERDEYDİ VE ATATÜRK ZATEN YUNANI GELDİKLERİ GİBİ GÖNDERECEKTİ.

İNGİLİZLER DE KURTULUŞ SAVAŞI ZAFERLERİNDEN SONRA ANADOLU'NUN İŞGALİNDEN VAZ GEÇTİKLERİ GİBİ İSTANBUL'U DA BIRAKIP GİTMEK ZORUNDA KALACAKLARDI.

YANİ İNGİLİZLER VE FRANSIZLAR ATATÜRK KARŞISINDA SEVR'DEN VAZGEÇİP LOZAN'A RAZI OLDULAR.

ATATÜRK KURTULUŞ SAVAŞINI KAZANAMASAYDI LOZAN HİÇ OLMAYACAK VE SEVR'E RAZI OLACAKTIK. 

SEVR ESARETTİ. LOZAN İSE SEVR'E GÖRE ZAFER. EN AZINDAN ZAMAN KAZANMA ZAFERİYDİ. 

AMA ORDUSUZ KAZANILMIŞ BİR ZAFER. 

BUNU ATATÜRK DE VAHDETTİN HAN DA DEFALARCA İFADE ETMİŞLERDİ. MİLLETİN ZAMANA İHTİYACI VARDI.


ATATÜRK HAKKINDA İLERİ GERİ KONUŞAN CAHİLLER BUNLARI ANLAYAMAZ. 

ANLAMASI İÇİN ORGENERAL RÜTBESİNE GELMESİ VE ORDUSUNUN TAMAMINI KAYBETMESİ VE TEK BAŞINA BİTMİŞ BİR MİLLETTEN İMKANSIZLIKLAR İÇİNDE YENİ BİR MUKAVEMET GÜCÜ OLUŞTURUP YEDİ DÜVELE MEYDAN OKUYABİLMESİ LAZIM. O ZAMAN ZATEN ATATÜRK'Ü DE ANLAR.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.