ZUHURA AYLAR KALDI... GELİYOR İNŞAALLAH... HZ.MEHDİ; PEYGAMBER ASM EFENDİMİZİN 40.KUŞAK TORUNUDUR. MEKKE'DE ZUHUR EDECEK İSLAM BİRLİĞİ'Nİ KURACAK. ŞAM' DA HURUÇ EDECEK,ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI' NI KAZANACAK,KARARGAHI GUTA OLACAKTIR.İNŞAALLAH. safaasya@hotmail.com
14 Kasım 2015 Cumartesi
SONUNCU GAYBETİ KÜBRA BUGÜN BAŞLADI
ÜÇ FARKLI CİHETTEN ÜÇ FARKLI GAYBETİ SUĞRA'NIN ÜÇÜ DE TAMAMLANDI.
ÜÇ FARKLI CİHETTEN ÜÇ FARKLI GAYBETİ KÜBRA'NIN İLK İKİSİ TAMAMLANDI.
ÜÇÜNCÜSÜ İSE BUGÜN BAŞLADI VE ÜÇ YIL SÜRECEK ALLAHU ALEM.
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
GAYBETİ SUĞRA VE GAYBETİ KÜBRA'NIN ÜÇ FARKLI CİHETLERİNİ ÖNCEKİ YAZILARIMIZDA AÇIKLAMAYA ÇALIŞMIŞTIK. ALLAHU ALEM.
NOT: ÖNCEKİ YAZILARIMIZDAN HER HANGİ BİR KONUYU BULMAK İÇİN
Google arama motorundan Safa Asya mehdi veya safa asya deccal veya safa asya cemaat veya safa asya gaybeti suğra GİBİ ARAMA YAPARAK YAZILARA ULAŞILABİLİR
BU YAZIYI MUTLAKA OKUYUNUZ
AHMET AKGÜL HOCA EFENDİNİN SON YAZISI
Ey Mustafa Kemal’e “Deccal, Süfyan, İnsi ve sinsi şeytan!”
sıfatlarını yakıştıran ve kapı kapı dolaşıp AKP’ye oy toplayan ve seçim
zaferiyle göbek atan ama başka bahane bulamayıp “Atatürk’ü övüyor” diye Ahmet
Akgül’e sataşan Nurcular, Süleymancılar!..
Ey Atatürk’e “zındık, sapık!” gibi alakasız ve ahlaksız
yakıştırmalarda bulunan, “Bizim Atatürk” kitabını yazıp tarihi gerçeklere ışık
tuttuğu için Ahmet Akgül’e çatan ve çamur atan, ama seçimi AKP kazansın diye
sahte fetvalar uyduran, Kadiri, Nakşi ve Mevlevi Tarikatcılar!..
Ey “laiklik zulümdür, demokrasi küfürdür, İslam’ın bir
hükmünü inkâr ve istihfaf eden (küçümseyen), gereksiz ve geçersiz gören mürted
olur” diye yırtınan, Atatürk’e sahip çıktığı için Ahmet Akgül’e ters bakan, ama
ne olduysa birden çark edip laik, demokrat ve Avrupa Birliği sevdalısı AKP
saflarına katılan “Koyu Şeriatcılar, İrancılar, Hizbullahcılar!”
Ey, Mustafa Kemal’e “Selanik belirsizi, İslam ve vatan
haini, Din ve ahlak tahripçisi” diye saldıran, “O da Atatürkcü oldu!” diye
aleyhimize kumpaslar kuran başta Kadir Mısıroğlu sapkını ve Abdurrahman Dilipak
şaşkını olmak üzere bütün yandaş yazarlar ve yalaka yorumcuları!
Ey “Siyonizm’in takipçisi, küfür ve zulüm sisteminin
tatbikçisi, Yahudi iblisin tetikçisi” saydıkları, yetmez; “Bizim Atatürk”
kitabını yazdığı ve tarihi gerçekleri saptayıp, istismar kasıtlı saptırmaları
ortaya çıkardığı için Ahmet Akgül’ü karalamaya çalıştıkları halde; Sn. Recep T.
Erdoğan’ı Erbakan’ın halis talebesi, Sn. Ahmet Davutoğlu’nu ve AKP iktidarını
ise, Milli Görüş’ün siyasi varisi ve temsilcisi diye alkışlayan ve bunların
tahribatlarına mazeret ve keramet uyduran Elaziz takımı!
Ve ey AKP ve elebaşları için: “Bunların bazı hataları da
olsa yine de kardeşlerimizdir, diğer partilerle bir tutmamız mümkün değildir.
AKP’nin başarıları bizleri sevindirmektedir, ama yanlışlarını da düzeltmek
gerekir” diyerek iktidara yaranmaya ve yağcılık yapmaya çalışırken, 40 yıldır
Milli Görüş sevdasından bir milim sapmayan, en çetin dönemlerde ve en dişli
kesimlere karşı Erbakan’ı ve haklı davasını cesaret ve ciddiyetle savunan Ahmet
Akgül için ikide bir “Bizimle hiç alakası bulunmamaktadır ve zaten kendisi
Atatürkcülüğe kaymıştır!” dedikodularıyla aleyhimize karalama kampanyası
yürüten ve bu kasıtlı ve karanlık politikalarıyla SP’yi % 0.6’lara düşüren
Saadet Partisinin parazit GİK ve Genel Başkanları!
Oysa 10 Kasım 2015 Atatürk’ü anma etkinlikleri toplantısında
konuşan,Sn. Cumhurbaşkanı ve Sn. Başbakan; Gazi Mustafa Kemal’e övgüler
yağdırmış, şükranlarını aktarmış, Onun kutlu çığırının sadık yolcuları
olduklarını vurgulamışlardı. Sanki, Ahmet Akgül’ün “Bizim Atatürk” kitabını
özetlemeye çalışmışlardı.
Şimdi açıkça soruyoruz ve hepinizden mertçe ve mümince bir
yanıt bekliyoruz.
1- Sn. Erdoğan ve Sn. Davutoğlu’nun Atatürk’e yönelik bu
iltifat ve itiraflarında samimi ve gerçekçi iseler, size göre onlar da mı,
dinden ve imandan çıkmışlardı?
2- Yok eğer bu övgü sözlerini konjonktür gereği ve takiyye
niyetiyle söyledilerse, bu bir münafıklık ve sahtekârlık sayılmaz mıydı?
3- “İcabında böyle siyasi taktikler uygulanabilir”
diyorsanız, bu durumda halâ aciz, çaresiz, yetersiz ve yetkisiz konumda
saydığınız şahısları “Dindar ve korkusuz kahraman!” diye pohpohlamanız nasıl
bir patavatsızlıktı?
4- Yok eğer “Sn. Cumhurbaşkanı ve Başbakan, doğru şeyler
söylemiştir, bunlar samimi ve gerçekçi tespitlerdir, Mustafa Kemal Milli ve
üstün kabiliyetli bir şahsiyettir” diyorsanız, bugüne kadarki yanlış ve haksız
tavrınızdan tevbe etmeniz ve özellikle Ahmet Akgül’den özür dilemeniz lazımdır!
Cumhurbaşkanı ve Başbakanın 10 Kasım ve Atatürk tavrıyla,
yandaşlarının yaklaşımı tamamen aykırıydı ve bu sahtekârlık açıkça
sırıtmaktaydı! İktidar kurmaylarının halâ Atatürk’e hakaret yağdıran
yandaşlarına ve davranışlarına hiç ses çıkarmamaları enteresandı ve kafa
karıştırıcıydı.
İşte Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan’ın 10 Kasım
konuşmasından bazı pasajlar:
Anıtkabir’deki törenin ardından Ankara Ticaret Odası Kongre
Merkezi’nde düzenlenen anma töreninde konuşan Erdoğan, Atatürk’ü saygı ve
şükranla anmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün
ebediyete intikalinin 77. yıl dönümü dolayısıyla Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu tarafından ATO Congresium'da düzenlenen anma töreninde yaptığı
konuşmaya: "Vefatının 77. yıl dönümünde Kurtuluş Savaşımızın Başkomutanı,
Cumhuriyetimizin banisi, ilk Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü
rahmet, tazimle yad ediyorum" diye başlamıştı. Sn. Erdoğan:
“Rahmetli Arif Nihat Asya, 'Bizi sen sevgisiz, susuz,
havasız ve vatansız bırakma Allah’ım' derken ifade ettiği işte bu ruhtur, bu
azimdir, bu inanıştır. Bunun için Rabbimize ne kadar hamd etsek azdır. Gazi
Mustafa Kemal'in 1919'da başlayıp 1923'te cumhuriyeti kurarak taçlandırdığı o
büyük mücadelesi de milletimizi vatansız bırakmaması mücadelesi değil
miydi?" ifadelerini kullanmıştı… Avrupa'nın içlerinden Afrika'nın
ortalarına kadar uzanan Osmanlı'yı yok etme çabasının son ve nihai hedefinin
Anadolu olduğunu vurgulayan ve:
"Amaç, bizi Anadolu'ya sıkıştırmak değil bizi
Anadolu'da boğmaktı. Bizi vatansız bırakmak isteyenleri Gazi Mustafa Kemal'in
önderliğinde verdiğimiz o büyük mücadele sayesinde kanımızla, canımızla,
yüreğimizle durdurduk. Dikkatinizi çekiyorum, cumhuriyetimizi kurduğumuzda
ülkemizin nüfusu yaklaşık 10 milyon civarındaydı. Sadece Balkanlar'daki
kaybımız 2 milyondu. Rus harbi sonrasındaki kayıtlarda yine milyon rakamıyla
ifade edilir. Birinci Dünya Savaşı'nı, Kurtuluş Savaşımızı saymıyorum bile.
Vatanımızı yani bugün üzerinde yaşadığımız toprakları çok ağır bedeller
karşılığında kurtarabildik. Ama hamd olsun kurtarabildik, burası önemli.
Vatansızlığın ne anlama geldiğini işte yakın çevremizde yaşanan hadiseler bize
çok çarpıcı şekilde gösteriyor. Bugün de vatanımızı korumak için bedel ödemeye
devam ediyoruz. Sadece son 3-4 ayda 165 şehit verdik. Yüzlerce yaralımız,
gazimiz var" buyuran Sn. Cumhurbaşkanına: “Bizi Anadolu’da boğmak isteyen
Haçlı Batı bu düşmanlığından vaz mı geçmişti ki, halâ Avrupa Birliği peşinde
koşulmaktaydı?” diye sormak lazımdı.
Başbakan Davutoğlu’nun konuşması
Başbakan Ahmet Davutoğlu da, millete öncülük eden liderlerin
tarihin izini sürdükçe geleceğe büyük miraslar bıraktığını vurgulayarak,
tarihin hızlı aktığı dönemde akıl ve yürekle öncülük edenlerin tarihte derin
miraslar bıraktığını ve bu anlamda Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 5 önemli
vasfıyla aslında yüzyıl önceki tarihi akışa derin izler bırakan neslin öncüsü
ve temsilcisi olduğunu vurgulamıştı. Birinci vasfın özgüven olduğunu vurgulayan
Davutoğlu:
"Eğer liderler kendileri özgüvene sahip değillerse zor
dönemlerde ait oldukları toplumlara, milletlere, halklara özgüven aşılayamaz ve
onları harekete geçiremezler. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu anlamda
hepimizin zihnine nakşedilen en önemli özgüven işareti, işgal orduların
donanması İstanbul’a geldiğinde onlara doğru bakıp ’İşgal edilmiş bir ülkenin
subayı olarak değil, kurulacak bir Cumhuriyetin tohumlarını atacak lideri
olarak ’Geldikleri gibi gidecekler’ demiş olmasıdır. Geldikleri gibi gittiler
çünkü o gün işgal topraklarımızda söz konusuydu ama zihinlerimizde ve
yüreklerimizde söz konusu değildi. Bu örnek dahi bize şunu gösterir, topraklar
işgal edilebilir ama zihinlerde bu işgal psikolojik özgüven yenilgisine yol
açmamışsa bütün o işgaller biter ama bazen ülkeler bağımsız görülse bile eğer
zihinler işgal edilmişse bir millet özgüvenini yitirmişse belki de en büyük
esareti yaşamaya başlar" açıklamasında bulunmuşlardı.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ikinci önemli vasfının ’sadece
kendine duyduğu özgüven değil, aynı zamanda millete duyduğu özgüven’ olduğunu
açıklayan Davutoğlu: "Bir lider çok üstün bir özgüvene sahip olabilir ama
içinden çıktığı milletle bütünleşmemiş ve ona güven duymamışsa onu harekete
geçiremez" ifadelerini kullanmaktaydı. “Dördüncü vasıf, özgüven
duyabilirsiniz, milletinize güven duyabilirsiniz ama tarihin akışını doğru
okuyamazsanız bu tarihi akışa yön veremezsiniz" diyen Davutoğlu,
"Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün belki de en önemli vasıflarından birisi o
dönem bir imparatorluk nesli olarak Cumhuriyet’in önünü açarken tarihin akışını
doğru okumasındadır" tespitlerini yapmışlardı.
Ancak Sn. Ahmet Davutoğlu sözleri arasında: “Tarihsel mirasa
sahip çıkarken, küresel şartları da dikkate almak ve konjonktüre uygun
davranmak gerektiği” anlamında bir cümle kurarak Siyonist Dünya düzenine uyum
sağlamak lüzumunu da ağzından kaçırmıştı.
Geçen sene (2014) “On Kasım konuşmaları ve yükselen
Atatürk”, başlıklı yazısında Yeniasır yazarı Hüseyin Kocabıyık şunları
aktarmıştı.
“Devletimizin kurucusu Atatürk'ü derin bir muhabbetle andık.
Uzun süredir ilk kez bu kadar geniş ölçekte ve bu denli yaygın bir mutabakatla
anıldı ve hatırlandı Atatürk. Kendi kendime bunun nedeni nedir? diye sordum.
İktidarda muhafazakârlar var. Kimilerince "Atatürk düşmanı" diye
yaftalanan bir iktidar hem de. Cumhurbaşkanı ve Başbakan keza öyle. Kendi
sorumun cevabı, 10 Kasım münasebetiyle yapılan devlet açıklamalarının içinde
vardı:
“Cumhurbaşkanımız Erdoğan, samimi, içten ve her kelimesine
inandığını belli ederek bir konuşma yaptı. Bugün geldiğimiz seviyede Atatürk'ün
hayallerinin önemine vurgu yaptı. Cumhurbaşkanımız en çok da Atatürk'ün
"bağımsızlık ve milli irade" kavramlarına verdiği öncelikli değerin
altını çizdi. Bir şey daha söyledi: bugüne kadar bize farklı farklı ve
Atatürk'le gerçekte hiç ilgisi olmayan ideolojik Atatürk ve Atatürkçülükler
gösterildi. Oysa Atatürk'ü doğru anlamak için her şeyden önce onun milli
iradeci yanına bakmak lazımdır.
Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun 10 Kasım konuşması da tek
kelimeyle muhteşemdi. Atatürk üzerine şunca kitap okudum, yıllardır şunca nutuk
dinledim, bu kadar güzel, bu kadar belagati tam ve içeriği yüklü bir konuşma,
ne konuşması, aynı zamanda bir Atatürk analizi dinledim. BAŞBAKAN Davutoğlu
harika analizinde, Atatürk'ün özgüven ve vizyonerlik vasıflarıyla inanç ve
realite arasındaki dengeyi milletin istikbali lehine nasıl kurduğunu bilimsel
bir biçimde anlattı. Davutoğlu da, Cumhurbaşkanımız gibi Atatürk'ün üzerinde
şekillendiği temel fikrin milletin hâkimiyeti fikri olduğunu dile getirdi.”
Atatürk’ün ölümünün 77. yıl dönümü törenlerle anılırken CNN Türk
programcısı Nevşin Mengü takipçilerini kızdıran bir tweet atmış ve “En iyi
yaptığımız şey fetişleştirmek” diyerek, istismarcı Kemalistlerin ve bazı
kesimlerin Atatürk’ü putlaştırdığına ve bir nevi tapınma aracı yapıp
kutsadıklarına dikkat çekmişti.
Akit TV’den 10 Kasım küstahlığı!
Mustafa Kemal Atatürk ölümünün 77. yılında tüm yurtta ve
devlet erkanınca şükran ve saygıyla anılırken Akit’in televizyon kanalı Akit
TV, 10 Kasım haberinde “Zulüm dönemi 1938’de kapanmıştır. İngilizlerin ve
Anadolu’yu işgal eden gavur askerlerinin bile yapamadığını Mustafa Kemal
başarmış ve bizi tarihimizden ve Milli kimliğimizden koparmıştır” ifadelerini
kullanmıştı.
Şimdi bu küstah münafıklara tekrar hatırlatmak lazımdı:
Sizlerin İslam kahramanı ve çağımızın korkusuz adamları diye alkışladığınız ve
AKP iktidarına övgüler sıraladığınız Sn. Cumhurbaşkanı ve Başbakan Atatürk’ü
saygı ve şükranlarla anarken, sizin bu tür anırmalarınız ne maksatlıydı? Onlar
mı korkularından riyakarlık yapmaktaydı, yoksa sizin gibiler mi ucuz kahramanlık
ve münafıklık peşinde koşmaktaydı?
Atatürk Hakkında söylenenler:
Biz Müslümanlar rengi uçmuş ve sönmeye yüz tutmuş bir
kıvılcım iken, O'nun bakışı ile cihanı kaplayan ve aydınlatan bir güneş halini
aldık. Mustafa Kemal ışık ve ilham kaynağımızdır!
Muhammed İkbal
Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük adamlarından biri
değildir. Biz Pakistan'da, Onu geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri
olarak görüyoruz. Askeri bir deha, doğuştan bir lider ve büyük bir yurtsever.
Eyüp Han Pakistan Cumhurbaşkanı
Atatürk ismi bize; bu yüzyılın büyük insanlarından birinin
tarihi başarılarını, Türk halkına ilham veren liderlik kavramını, modern
dünyanın ileri görüşlü anlayışını ve bir askeri deha olarak yüksek kudret ve
cesaret kahramanlığını hatırlatmaktadır. Çöküntü halinde bulunan bir
imparatorluktan özgür Türkiye'nin doğması, yeni Türkiye'nin özgürlük ve
bağımsızlığını şerefli bir şekilde sağlaması ve o zamandan beri koruması,
Atatürk' ün ve Türk halkının başarısıdır. Şüphesiz ki, Türkiye'de giriştiği derin
ve geniş inkılaplar kadar bir kitlenin kendisine olan güvenini başarı ile
kazanan başka bir örnek yoktur.
John F. KENNEDY A.B.D Başkanı
Büyük Atatürk'ün ufulünden (güneş gibi batmasından) dolayı
teessürümüz o derece derin ve sonsuzdur ki, bunu ifade etmek için kelime
bulamıyorum. Çünkü Atatürk, yalnız Türkiye'nin değil, bütün şarkın ve mazlumlar
dünyasının Ata'sı idi.
Emanullah HAN Afgan Kralı
Şaşırtıcı ve çekici bir lider ve asker olarak büyük, fakat
devlet adamı olarak daha büyük bir şahsiyet.
Japan Times
“Atatürk İslam’a değil, yozlaştırılmış dini kurumlara ve
yobazlaşmış kafalara karşıydı. Ardından uydurulan ve uygulanan bazı yanlış ve
yararsız dayatmalar, Onun din karşıtı gibi algılanmasına yol açtı. Oysa Atatürk
içtenlikle inançlıydı, Kur’an ve Peygamber hayranıydı..”
Prof. Dr.
Anıl Çeçen
Atatürkçü Düşünce Derneği Kurucu Başkanı[1]
Atatürk’ten bazı anılar:
Yenilseydik sorumlu ben olacaktım
Bir aralık konu İstiklâl Savaşı'na geldi. Dikkat ettim,
Binbaşılar dâhil her komutanın hangi birliğe komuta ettiğini, nerede
bulunduğunu, -bir gün önce olmuş gibi- hatırlıyordu. O savaş ki araç, gereç,
personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi. Tümenlere binbaşılar, Kolordulara
yarbaylar komuta ediyordu! Fakat, bu kadro canını dişine takmış bir ekipti. Var
olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh haletinin
eseriydi. Böyle bir dramı, hem yazarı, hem baş aktörünün ağzından dinlemek
müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata'yı coşturdukça coşturuyordu.
Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlı, öylesine plastikti
ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk. Anlatışlarını şöyle bağladı:
- İşte büyük zafer böyle bütün komutan ve neferlerin üstün
gayret ve cesaretiyle kazanılan ortak bir eserdir. Ve tabi şerefler de
ortaktır.
Bu alçakgönüllülük şaheseriyle konunun kapanacağını tahmin
ediyorduk. Bu arada Atatürk bir duraklama yaptı. Sonra içine dönük, adeta
kendisiyle konuşur gibi ilave etti:
- Ama yenilseydik sorumluluk ortak olmayacak yalnız bana ait
olacaktı!
Bu belagat karşısında gözyaşımı tutamadım. Tarihin,
zaferleri kendine maleden, yenilgileri ise maiyetine yükleyen sahte
kahramanlarını hatırladım.
Ord. Prof. Sadi IRMAK[2]
Türkçü değilim, ama Türküm!
Yanlış yorumlara uğradığını ve uğrayabileceğini sezmiş
olacak ki Atatürk. Türkçülük sözünü hiç kullanmamıştır. Daima "Türk
milleti, milliyet, milliyetçilik" sözlerini kullanmıştır. Kendisine:
Türkçü müsünüz? diye sorulduğu zaman, bizi herkesten iyi bilen bu büyük insan:
“Ben Türküm”, diyerek kesin ve keskin tavrını yansıtmıştı.
Hasan Ali YÜCEL[3]
Türk orduları başkumandanıyım
Afyonkarahisar'ın hatlarının çözülmesi sonunda birkaç
Yunanlı tutsak, geceleyin Mustafa Kemal'in çadırına getirilmişti. Bunlardan
birisi, Başkomutanın doğup büyümüş olduğu Selanik'ten gelmişti. Yüz, kendisine
yabancı gelmediğinden ve üniformasında da hiçbir bellilik görmediğinden kim olduklarını
ve rütbelerini sormaya başlamıştı.
- Binbaşı mısınız?
- Hayır.
- Albay mı?
- Hayır.
- Korgeneral mi?
- Hayır.
- Peki nesiniz?
- Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan
ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi:
- Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde
dolaşması işitilmiş değil de!.. O yüzden şaşırdım!
General SHERRIL[4]
Sen Gazi'yi tanır mısın?
Ankara’da Atatürk’le birlikte dolaşırken rastladığımız yaşlı
bir amcaya sordum. Sen Gazi'yi tanır mısın baba?
İhtiyar beni, saçma bir sual sormuşum gibi alaycı bir
şekilde süzdü:
- Gazi'yi tanımayan var mı ki? dedi ve ilave etti: - Ben
görmedim ama, her hafta Hacı Bayram Veli Camii'nde cuma namazı kılarmış. Ta
göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi nur yüzlü, peygamber gibi mübarek
bir ihtiyarmış!...
Gülmemi zor tutarak, Atatürk'ün sakalsız ve genç yüzüne
baktım. O, kaşlarını kaldırarak kendini tanıtmamamı emretti. Dışarı çıktığımız
zaman da güldü ve:
- Varsın, dedi, o da öyle bilip hatırlasın. Hakikati
öğrenmek bel ki biçarenin hayalini yıkacaktı, onun hayalindeki şirin sakallıyı
öldürtüp de sevgisini kaybetmekte ne mana vardı?..."
Niyazi Ahmet BANOĞLU
Bize inanmayanlar da haklıydılar!
Mustafa Kemal
realist bir liderdi. Lekelemelerin politika kadrosunu nasıl daraltacağını ve
kendisini bir avuç partizan takımı elinde bırakacağını düşünerek, açıkça bir
suç işlemiş olanlar dışında yalnız kişisel değerlere saygı gösterdi. Sicil
yoklamalarına ve yetenekli insanların eski hatalarına rağbet etmedi. Bir gün bana:
- Kuva-yı Milliye'ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı
idiler, demişti.
Falih Rıfkı ATAY[5]
Vatanım canımdan azizdir!
Doktor Asım anlatmıştı:
- Atatürk'ü istasyonda gördüm, dedi. Doktor olarak durumunu
beğenmedim. Arkadaşları da burnunun kanadığını söylediler. Ben kanamanın
burnundan olduğunu sanmıyorum; görünen duruma göre, bir karaciğer kanaması
olması akla daha yakın. Eğer böyle ise, durum vahimdir, dedi. Bu sözleri
duyunca dünya başıma yıkıldı sandım. Geceyi güç geçirdim. Sabahleyin erkenden Çankaya'ya
gittim. Odaya girince bana gülümseyerek baktı ve:
- Hayrolsun, ne var? diye sordu.
- Hastalığınızı merak ediyorum, dedim. Yorulmanızdan endişe
duyuyorum. Bana iki yabancı uzman tavsiye ettiler. Çok yetkili kimselermiş.
Eğer izin verirseniz, kendilerini Türkiye'ye davet etmek ve sizi görmelerini
sağlamak istiyorum. Bunu ricaya gelmiştim.
Kaşlarını hafifçe çattı. Biraz düşündü. Böyle bir davetin
politik tesirlerini hesapladığı belli idi:
“- Ortalıkta, Hatay meselesi var. Hastalığım dışarıda
duyulursa iyi olmaz... Bu noktayı değerlendirmek lazımdır. Sen Neşet Ömer'le
konuş. Burada zaten Tıp Kongresi yapılıyor. Gelip bir muayene etsinler. Bakalım
onlar ne diyecek? Sonra düşünürüz, çünkü vatanım canımdan azizdir.”
İsmet BOZDAĞ
Söz; işine karışmayacağım!
Eski Bahriye Nazırı ve Milletvekili Rauf Orbay anlatıyor:
"Mustafa Kemal Paşa beni Meclis'teki odasına davet etti:
- Rauf kardeşim, dedi, niçin bu görevi kabul etmiyorsun,
görüyorsun ki, Meclis senin üzerinde duruyor. Başka birini seçmek istemiyor.
Anarşi olacak. Kabul etmeyişinin sebebi ne?
- Söyleyeyim Paşam, dedim. Ben bu vazifeyi kabul edersem,
sen yine benim işime karışacaksın. Ben de buna tahammül edemeyeceğim ve
çekilmek zorunda kalacağım. Halbuki, benim imanım, bu orduların başında, bu
milleti senin kurtaracağın merkezindedir. Bu yüzden seninle ihtilafa düşmeyi
katiyen kabul edemem. Mustafa Kemal Paşa son derece samimi bir tavırla:
-Kardeşim, ben namussuz muyum? deyince, hayret ettim.
-Ben böyle bir şey söylemedim.
-O halde, sana namusumla söz veriyorum ki Heyeti Vekile
Reisliği'ni (Başbakanlığı) kabul et, hükümeti kur, senin hiçbir işine
karışmayacağım, dedi ve hakikaten dediğini yaptı, Allah rahmet eylesin."
Rauf ORBAY
Hitler hakkındaki saptamaları!
Ben, Mustafa Kemal’i tek bir kez görmüştüm. Güzel ve
kültürlü bir Fransızca ile konuşuyordu ve görünüşe göre bundan hoşlanıyordu.
Bir ara konuşmayı Almanya'daki duruma yöneltti. Kısa ve kesin bir biçimde
formüllendirdiği sorularından, bu konunun kendisini ne kadar meşgul ettiği ve
Hitler'den hiç de hoşlanmadığı anlaşılıyordu. Konuşmamız sırasında, bu yönde
doğrudan doğruya bir sözünü hatırlamıyorsam da, sorularından ve jestlerinden,
diktatörler dünyasının bu yeni yıldızının (Hitlerin) hayranıolmadığı kolaylıkla
görülüyordu. Yalnız bir kez, o da konuşmamız sona ererken ve ben Nazi'lerin
savaş niyetlerine değinerek sözlerimi bitirirken, karşılık olarak, hemen hemen
felsefi-psikolojik bir görüş açıklaması biçiminde şunları söyledi:
- "Daha hiçbir askerlik ve devlet adamlığı başarısı
göstermemiş bir adama, iktidarı topyekün teslim etmek, başınıza büyük belalar
açacak temel bir hatadır. Orduyu bir onbaşıya teslim ederseniz, o zavallı büyük
bir askerî deha, büyük bir stratejist olduğunu kanıtlamak için de, her şeyi
göze almaktan çekinmeyecektir."
Rudolf NISSEN
Yabancı bir komutanın hayret ve hayranlığı!
Mustafa Kemal Fevzi Paşa ile birlikte cepheye koşmuştu.
Karargâhını Ankara'nın seksen kilometre kadar güneybatısında, demiryolu
üzerindeki Polatlı'da kurmuştu. Buraya varınca, atıyla, çevreye hâkim bir tepe
olan Karadağ'a çıktı; attan inerek düşmanın izlemesi muhtemel olan hücum yönünü
görmek istiyordu. Tekrar atına binerken Mustafa Kemal şiddetle yere düştü.
Kaburga kemiklerinden biri kırılmıştı; bir an için, ciğerlerini sıkıştırarak,
nefes almasına ve konuşmasına engel olmuştu. Yanındaki doktor, kendisini ciddi
şekilde uyardı: - Devam ederseniz hayatınız tehlikeye girer Paşam!.. Mustafa
Kemal:
- Savaş bitsin, o zaman iyileşirim yanıtını veriyor ve
tedavi için Ankara'ya gidiyordu. Fakat yirmi dört saat sonra yine cepheye
dönüyordu. Yarası ona acı veriyordu; güçlükle yürüyebiliyor, çok kez bir masaya
dayanarak dinlenmek zorunda kalıyordu.
Lord KINROSS
YAZI ZATEN OLDUKÇA UZUN
TEK CÜMLELİK YORUM
ATATÜRK ALEYHİNE KONUŞANLAR YA AŞIRI CAHİLDİR YA DA SİNSİ BİR VATAN HAİNİDİR.
13 Kasım 2015 Cuma
BANU AVAR PAYLAŞTI.
Paris'deki patlama sonucu bazı kaynaklar 185 kişinin hayatını kaybettiğini bildiriyor. Almanya Fransa dostluk maçının yeraldığı stad yakınında ve 6 diğer yerde gerçekleşen saldırılarda, en büyük kaybın Bataclan konser salonunda olduğu bildiriliyor. 118 kişinin hayatını kaybettiği bildirilen konser salonunda Eagles of Death Metal adlı Amerikan rock grubu vardı. Müzik grubu üyeleri patlamadan yaralanmadan kurtuldu....
Bu saldırı, Antalya'da yapılacak olan G20 den bir gün önce, Obama'nın Fransa ziyaretinden bir ay önce ve Suriye'ye ABD'nin kara harekatından söz edildiği bir dönemde, birçok büyük gücün ortadoğu'da pay kapma yarışında olduğu bir zaman diliminde gercekleştirildi!
Tıpkı ortadoğu ve Arap baharı ülkelerinde olduğu gibi ABD ve Avrupalı güçlerin pay kapma savaşının en kıvılcımlı döneminde vuku bulan bu saldırı sonunda Amerikan yapımı Işid ile birlikte Işid'e hami olan ülke isimleri de dış basında yeralmaya başladı.
Abd başkan yardımcısı Biden, 'vahşi güçlerin bizlere topyekun saldırısı ile karşı karşıyayız' diyerek,
11 eylül sonrası yapılan açıklamalara benzeyen bir 'tehdit' açıklaması yaptı.
Bu saldırı sonucu Amerikan yapımı Işid, G20nin ve tüm Uluslararası Güç odaklarının oyun alanlarında ana gündem olacak ve tehlikeli kararların tetiğini çekecek gibi görünüyor!
Abd başkan yardımcısı Biden, 'vahşi güçlerin bizlere topyekun saldırısı ile karşı karşıyayız' diyerek,
11 eylül sonrası yapılan açıklamalara benzeyen bir 'tehdit' açıklaması yaptı.
Bu saldırı sonucu Amerikan yapımı Işid, G20nin ve tüm Uluslararası Güç odaklarının oyun alanlarında ana gündem olacak ve tehlikeli kararların tetiğini çekecek gibi görünüyor!
YORUM
G20 ZİRVESİ ÖNCESİ, G20 TOPLANTISINA KARŞI VEYA ALINACAK KARARLARA ETKİ ETMEK AMACIYLA YAPILMIŞ BİR SALDIRIDIR.
İKİSİ ÇOK FARKLIDIR ÇÜNKÜ G20'YE KARŞI YAPILMIŞ İSE YAPTIRANLAR BAŞKADIR. G20 KARARLARINI ETKİLEMEK İÇİN YAPTIRILMIŞ İSE YAPTIRANLAR DAHA BAŞKADIR.
AMA YAPAN IŞİD'DİR.
ŞAHSİ DÜŞÜNCEMİZ BU SALDIRININ ARKASINDA MOSSAD'IN OLDUĞU ŞEKLİNDEDİR. ÇÜNKÜ BU SALDIRI FRANSA'DA DAHA ÖNCE DE YAPILDI VE HEM TÜRKİYE ALEYHİNE KULLANILDI HEM DE FRANSA'NIN IŞİD'E KARŞI KOALİSYONDA YER ALMASI SAĞLANDI.
YİNE AYNI ŞEY AMAÇLANMIŞ OLABİLİR. BANU AVAR'IN SURİYE'YE DAHA ÇOK BOMBA TESPİTİNE KATILIYORUZ.ANCAK G20 DEN TÜRKİYE'Yİ SURİYE'YE SOKMA KARARI ÇIKMASINA HİZMET EDECEĞİNE KATILMIYORUZ. BİZE GÖRE TAM TERSİDİR AMAÇ.SURİYE'YE DAHA ÇOK BOMBA AMA TÜRK BOMBASI DEĞİL.BATI BOMBASI İSTİYOR İSRAİL.
8 Kasım 2015 Pazar
BAŞKANLIK SİSTEMİ ÖNERİSİ
ÖNEMİNE BİNAEN
YAZI ON YIL ÖNCE YAZILMIŞ BİR YAZIDIR. 2013 DE TEKRAR YAYINLANMIŞTI.
Yeni anayasa çalışmaları eyalet ve başkanlık sistemine odaklanmış gözüküyor.
Neden hep batıya ait olan şeyleri olduğu gibi taklit etmeye çalışıyoruz ki?
Bizim aklımız yok mu? Kendimiz için en iyisini icat edemiyor muyuz?
İlla ki batıdan alacağız.ABD’ nin başkanlık sistemini istiyoruz.Onda da eyaletler var o zaman bizimkinde de olsun diyoruz.Kürdistan,Lazistan vs.
Peki eyaletsiz başkanlık sistemi olmaz mı? BAL GİBİ OLUR.
Kürdistan,Lazistan,Çerkezistan,Romanistan …Arkası gelir mi bunun?
ABD’de eyalet sistemi var ama bir eyaleti Türkiye kadar.
-Efendim bizde farklı dil konuşanlar var.
-Olsun ABD’de de farklı dil konuşan insanlar var ama bütün eyaletlerde İngilizce konuşuluyor.
-Ama Osmanlı’da da eyalet sistemi vardı?
-Orada durunuz bakalım..
Osmanlı’da eyalet sistemi vardı ama İmparatorluk toprakları Türkiye topraklarından kırk kat daha büyüktü.Kaldı ki Anadolu tek başına bir eyaletti ve içinde de ne kürdistan ,ne lazistan vardı.
Osmanlı’da Anadolu Eyaleti,Suriye Eyaleti,Irak Eyaleti,Hicaz Eyaleti,Yemen Eyaleti,Mısır Eyaleti vs.vs.vardı.Daha sayalım mı?Bosna Hersek,Rumeli,Eflak Boğdan, Sırbistan,Trablus,Cezayir gibi..
Yani Osmanlı’nın her eyaleti bugün başlı başına bir devlettir.Osmanlının sadece hicaz eyaletinde bugün sekiz devlet bulunmaktadır.Eyalet anayasası yapılacaksa Anadolu tek eyalet kabul edilmelidir. Bu da uluslararası hukuka aykırıdır. Çünkü o zaman da “diğer eyaletler kim” sorusunu sorarlar bize.
Amaç, gerçekten iyi niyetle mükemmel bir anayasa mı yapmaktır? Yoksa işin içinde kötü niyet mi vardır?
Bunu belirlemenin ve önlemenin tek yolu vardır:
O da yeni anayasanın halk oylamasında kabul edilmesinden sonraki ilk seçimlerden sonra yürürlüğe girmesidir.Ya da yapılacak ilk seçimlerde “mevcut görevlerde bulunan kişiler bu mevkilere aday olamazlar” geçici maddesinin koyulmasıdır.Konu Cumhurbaşkanlığı,Başbakanlık ve Milletvekilliği seçimleri ile de sınırlandırılabilir.Yani;
Yeni anayasayla Cumhurbaşkanlığı seçimine Sayın Abdullah Gül veya Sayın R.Tayyip Erdoğan,genel seçimlere de başbakan olarak Sayın Tayyip Erdoğan ve mevcut milletvekilleri aday olamazlar ise yasa koymada etkin olan bu kişilerin yaptığı anayasanın iyi niyetle yapıldığı konusunda herkes mutabık olur. Peki aksi, kötü niyeti ispat eder mi? Hayır ama halk bunu sorgulayacaktır. Referandum ve seçimlerde hem muhalefete verilen çok güçlü bir malzemedir,hem de spekülasyonları belki yüz yıl sürebilecektir.
“Çözüm yok, laf üreten çok” diyenlere ise işte naçizane gerçek çözüm:
TAM VEYA YARI BAŞKANLIK DEĞİL ÇİFT BAŞKANLIK SİSTEMİ
Tüm denetim yetkilerinin Cumhurbaşkanı’nda,tüm icra yetkilerinin de Başbakan’da toplandığı ve her ikisinin de doğrudan halk tarafından seçildiği ve her ikisinin de doğrudan TBMM’ne karşı sorumlu olduğu çift başkanlık sistemi Türkiye için en ideal sistemdir.ABD’nin başkanlık sisteminden çok daha üstündür.Dünyada eşi yoktur,bu milletin var mı?
A - Sistemin içeriği
1) Cumhurbaşkanını,başbakanı, milletvekillerini, belediye başkanlarını, il genel meclisi üyelerini, belediye meclisi üyelerini, mahalle ve köy muhtarlarını doğrudan halk seçer.Seçilen kişi en çok bir defa daha aynı göreve seçilebilir.Milletvekilleri bakan olamaz.
2) Cumhurbaşkanını,başbakanı, milletvekillerini, belediye başkanlarını, il genel meclisi üyelerini, belediye meclisi üyelerini siyasi partiler aday gösterir. Ancak seçilme haklarına haiz olan herkes bağımsız aday olabilir.
3) Seçimler beş yılda bir, iki turlu seçim sistemine göre yapılır.
4) Yüksek Seçim Kurulu seçim günleri için ardışık iki pazar gününü belirler. Birinci pazar en çok oyu alan iki aday veya aday parti ikinci pazar yeniden seçime gider ve kazananlar yüksek seçim kurulunca ilan edilir.
5) Vergi denetmenleri başkanlıkları hariç, Maliye Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanlığı ve Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanlığı da dahil olmak üzere tüm teftiş kurulu başkanlıkları doğrudan devlet denetleme kuruluna bağlanır. Devlet denetleme kurulu da doğrudan cumhurbaşkanına bağlıdır.
Ülkenin tüm denetim işleri doğrudan cumhurbaşkanı tarafından bu kurullara yaptırılır. Bakanlar sadece kendi bakanlıkları ile ilgili denetimleri kendi bünyelerinde bulunan teftiş kurulu başkanlıklarına yaptırabilirler. Diğer bakanlık ve kurumların faaliyet alanına giren denetim işlerini ise cumhurbaşkanına bildirirler.
6) Cumhurbaşkanının icraya yönelik tüm yetkileri başbakana devredilir.
TBMM’ne ve cumhurbaşkanına bağlanmayan tüm kurumlar başbakana bağlanır.
Cumhurbaşkanı sadece denetimin başı olur ve denetim mekanizmalarını çalıştırır. Başbakan tüm icraat faaliyetlerinden dolayı, cumhurbaşkanı da denetim faaliyetlerinden dolayı doğrudan TBMM’ne karşı sorumludur.
Cumhurbaşkanı sadece başbakanın teklifiyle TBMM tarafından 3/4 oyçokluğu ile görevden alınabilir. Başbakan sadece cumhurbaşkanının teklifi ile TBMM tarafından 2/3 oyçokluğu ile görevden alınabilir.
7) Devletin bölünmez bütünlüğünü ve anayasal ilkelerini TBMM temsil eder. Bu bağlamda TSK, Emniyet Genel Müdürlüğü ve MİT doğrudan TBMM’ne bağlı olur ve bu güzide kurumların en üst düzey beş memurundan her biri, başbakanın teklif edeceği üç aday arasından, cumhurbaşkanı tarafından seçilir.
Cumhurbaşkanının seçeceği kişinin TBMM tarafından ilk toplantıda salt çoğunluk esasına göre onaylanması şarttır.
8) Yargı sistemi tüm kurum ve kuruluşlarıyla birlikte doğrudan TBMM’ne bağlıdır. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay ve Yüksek Askeri İdari Mahkeme üyeleri ve yüksek mahkeme başsavcıları yedinci madde usül ve esasları doğrultusunda belirlenir. Diğer hakim ve savcıların tüm atamaları ve tayin işlemleri HSYK tarafından yapılır.
HSYK üyeleri hakim ve savcılar tarafından seçilir. Seçilen hakim ve savcılar başbakan veya cumhurbaşkanının önerisi ile TBMM tarafından salt çoğunlukla her zaman görevden alınabilir.
9) Valiler ve kaymakamlar doğrudan cumhurbaşkanına bağlanır, cumhurbaşkanı tarafından tayin edilir ve TBMM tarafından salt çoğunlukla onaylanır. Valilerin ve kaymakamların icraata yönelik tüm yetkileri belediye başkanlarına devredilir. Valiler ve kaymakamlar sadece cumhurbaşkanının denetim faaliyetlerinin yerel temsilcisi ve takipçisi olurlar.
10) Mahalle ve köy muhtarları icraat bakımından en yakın belediye başkanının, denetim bakımından da bağlı bulunduğu kaymakamlığın o mahalle veya köydeki temsilcisidirler.
B - Sistemin Yararları
1) Bu sistemde seçilenlerin, her seçimde tartışılan meşruiyet sorunu aşılmış olacaktır.
2) Hem cumhurbaşkanı hem de hükümet halkın yüzde elli artı birini temsil edeceğinden hem temsil sorunu olmayacak hem de siyasi istikrar sağlanmış olacaktır.
3) Anayasa değişiklikleri zorlaşacak,uzlaşma kültürü yerleşecek ve rejim kendisini daha iyi koruyacaktır.
4) Denetim mekanizması da bağlı olduğu makamın temsil yetkisi nedeniyle daha sorumlu işleyecektir.
5) Bu sistemde siyasi kadrolaşmanın ya önüne geçilecek ya da meşru zemine oturacaktır.Güvenli bir kadrolaşma olacağından en azından tartışılmayacaktır.
6) Bu sistem de bakanlar meclis dışından olacağından yasama ile yürütmenin bağımsız çalışması ve yürütmenin yasama tarafından etkin denetimi de sağlanabilir.
7) Yine bu sistemde yargı doğrudan meclise bağlı olmakla birlikte kadroları cumhurbaşkanı tarafından denetlenerek yürütmenin yargı üzerindeki etkilerini de kaldırmak mümkündür.
8) Tüm denetleme kurulları doğrudan cumhurbaşkanına bağlanacağından en büyük sorunumuz olan etkin denetim de siyasi rantlardan uzak olarak işler hale gelecektir.İcra makamının kendi icraatını denetlemediği açıktır.
9) Bence bu sistemin en önemli kazanımı; halkın ikinci defa sandığa giderek oy verdiği partiden başka bir partiye de oy vermesini mümkün kılarak, tabanda uzlaşma kültürünün sağlanmasıdır. Artık bu millet bağnaz particiliği de bırakmalı ve adayların mensubu olduğu partiye değil sahip oldukları niteliklere oy vermelidir.
10) İcra makamı artık denetleneceği için daha dikkatli ve verimli çalışacaktır. Yıllar süren işler çok kısa sürede bitirilecek ve kalkınma hızlanacaktır.
11) Bu sistemin bir çok yararını daha saymak mümkündür ama kısaca şunu söylemek yeterli olacaktır. Bu sistem bir seçimlik değil her seçimlik bir sistemdir.
SONUÇ
Bu sistem önerisini yaklaşık yedi yıl önce yazmıştık ve bazı sitelerde yayınlanmıştı.Yanlış anlaşılmasın bu bir anayasa taslağı değil,anayasada tarif edilen sistemin teorisini anlatan bir öneridir.Bu öneri akademisyenlerce mükemmel bir anayasa taslağına dönüştürülebilir.
Dünyada hiçbir ülkede olmayan ve dünyanın en gelişmiş yönetim sisteminin oluşturulabilmesi için kendi çapımızda bir sistem anafikiri oluşturduk.Kanımızca ülkemizin geri kalmasının en önemli sebebi icranın yetkisiz oluşu ve denetimin neredeyse hiç olmayışıdır. Bilgisizlik, yolsuzluk vs gibi diğer faktörleri yönetim sisteminin içinde değerlendirmek gerekiyor.
Yani öyle bir sistem kurmalıyız ki rejim düşmanı rejimin müdavimi, hırsız yönetici devlet malının gözüpek bekçisi, en tembel bir kişi ülkesi için bulunmaz bir çabacı olsun.
Böyle bir sistem tam manasıyla mümkün olmasa bile mükemmele yakın bir sistem olsun. İcra, icra ile tam yetkili;denetim denetim ile tam yetkili olsun. Ama her ikisi de millet adına yapılsın ve doğrudan millete karşı sorumlu olunsun. Tüm denetim yetkilerinin bir başkanda, tüm icra yetkilerinin de bir başkanda toplandığı, her ikisini de doğrudan halkın seçtiği ve her ikisinin de sürekli TBMM’ne karşı sorumlu olduğu bir sistem kanımca mükemmele yakın bir sistemdir.
Her ikisi de meclis tarafından belli çoğunlukla her zaman görevden azledilebilir. Sadece meclis seçim yılına kadar yani beş yılda bir millete karşı sorumlu tutulabilecekken her iki başkanın da daima ve her zaman millete karşı sorumluluğu meclis tarafından denetlenebilir.
Bu yazıyı yazarken partilerle, kişilerle hiç ilgilenmedik. Zaten bu sistemde partilerin yeri çok partili seçimlerin ilk turda tamamlanması ve ikinci turda sadece iki parti ve dört aday kalması ile sınırlanmaktadır.
Tabii parti içi demokrasi de yerine oturmakta, lider sultası bitmektedir. Bugün dünyadaki en gelişmiş yönetim sistemi Rusya’nın da benimsediği ABD’nin başkanlık sistemidir. Ama onun da çok önemli bir eksiği vardır. O da denetimin olmayışı ya da yargı yoluyla denetimin sağlanmasıdır. Oysa yargı yoluyla denetim,yargı ne kadar bağımsız olursa olsun kesintili dönemsellik özelliğine sahip olduğundan sürekli denetime imkan vermemektedir.Denetimdeki esas amaç sadece yanlışı ve suçluyu bulmak değil; yanlışa ve suça engel olmaktır.Testi kırıldıktan sonra cezayı yine millet çekmektedir.
Önermiş olduğumuz bu sistemde ise icranın sürekli denetimi mümkündür. Bu sistemin dünyada eşi yoktur, bu milletin de dünyada eşi yoktur. Ve bizler dünyanın en iyisine layıkız.
NOT:Lütfen bu yazıyı okuyanlar başta Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık makamı olmak üzere,TBMM Başkanlığı’na,Milletvekillerine,tüm siyasi partilerin genel merkezlerine ulaştırmaya çalışsınlar.Biz de halk olarak hiç değilse böyle bir katkıda bulunalım.
7 Kasım 2015 Cumartesi
ZÜLFİKARIN İKİ SİVRİ UCU (ATATÜRK VE BEDİÜZZAMAN)
ZÜLFİKARIN NEREDE OLDUĞU BİLİNMEZ.SIRDIR.
Zülfikar, Hz.Ali RA Efendimizin iki ağızlı, iki sivri uçlu keskin kılıcı.
Zülfikar, İslam'ın en keskin kılıcı.
Artık bazı gerçekleri yazmanın zamanı geldi.
SON YÜZYIL
Bu yüzyılda Zülfikar'ın iki keskin ve sivri ucunu Atatürk ile Bediüzzaman temsil etmiştir.
Atatürk, Zülfikar'ın alt keskin ucudur ve maddi gücü temsil eder. Bediüzzaman ise üst keskin ucudur ve manevi gücü temsil eder. Daha doğrusu Atatürk maddi kalkınmayı, Bediüzzaman ise manevi kalkınmayı temsil eder. Atatürk maddi kalkınmaya, Bediüzzaman da manevi kalkınmaya liderlik etmişlerdir.
Herkes Zülfikar'ın sadece iki keskin ucunu görse, iki ayrı keskin kılıç zanneder. Ama o kılıç birdir çünkü Zülfikar'dır.
Zülfikar'ın gövdesi Türk Millleti'dir. Kabzesi Kuran. Kim o kabzeyi hakkı ile tutarsa Hz.Peygamber SAS Efendimizin gerçek halifesi olur.
Hz.Peygamber SAS Efendimizden sonra, kıyamete kadar ki en büyük halife Hz.Mehdi AS'dır. Bu kabzeyi ilk önce Hz.Peygamber SAS Efendimiz gibi tutmak isteyen Horasanlı Ebu Müslim olmuştur. Ama dünyaya hakim olamamıştır. İkinci defa tutan ise cennet mekan Fatih Sultan Muhammed Handır. Fethi gerçekleştirmiş ama dünyaya hakim olamamıştır. İkisi hakkında da hadisi şerif vardır.
Horasanlı Ebu Müslim bu kabzeyi FİTNEYE karşı tutarken Fatih Sultan Mehmet Han KAFİRE karşı tutmuştur. Şimdi işte o kabzeyi Hz.Mehdi AS tutacaktır ve hem FİTNEYE hem de KAFİRE karşı çekecektir İNŞALLAH.
Zülfikarı diğer kılıçlardan ayıran özellik sadece iki keskin ucu olması değildir. O iki keskin ucun, temsil ettiği güçtür. Maddi ve manevi güç.
İşte Hz.Mehdi AS; böyle bir maddi ve manevi gücü eline alacaktır İnşallah.
Bu bilgi Şia kaynaklarında da açıkça ifade edilir.
"Yeryüzünde Müslümanlar, maddi ve manevi bir güç haline geldiklerinde Kaim AS zuhur eder ve bu gücün başına geçer" derler. O yüzden İran tüm maddi imkanlarını savunma sanayini geliştirmek için harcıyor.
Ama yanılgıları da şurada:
Sadece maddi güç denilmiyor, aynı zamanda manevi güç de deniliyor. Yani maddi olarak hazırlık yapıyor ama manevi olarak hazırlığı yok.
Çünkü Hz.Peygamber SAS Efendimizin Hz.Mehdi AS'a bıraktığı manevi gücü Şiilik değil Ehli Sünnet Vel Cemaat temsil ediyor. Ehli Sünnetin manevi kalkınmasına da bu çağda Bediüzzaman liderlik etmiştir.
Demek ki bu zamanda Bediüzzaman'sız manevi kalkınma ve manevi kalkınmasız da manevi güç olmazmış. Bediüzzaman bunu bizzat kendisi de "Ben Mehdi değilim belki zamanın müceddidi olabilirim" diyerek açıkça ifade ediyor. Yani Bediüzzaman bizzat kendisi müceddid olduğunu ifade etmiş ise başkasına diyecek bir şey kalmaz. Yine Bediüzzaman kendisi bizzat Mehdi olmadığını da ifade etmişse başkasına yine diyecek bir şey kalmaz.
Peki müceddid ne demekti? Zamanın gereklerine göre dini yenileyen, yeniden yorumlayan, Kuran'ı yeniden açıklayan,dine sonradan giren hurafeleri ortaya çıkaran bir nevi güncelleyici.
Demek ki Bediüzzaman'dan önceki dönemde dine çok hurafeler karışmış ve dinin yeniden yorumlanmasına, hurafelerin temizlenmesine ihtiyaç duyulmuştu. Koskoca Osmanlı'nın yıkılışının manevi sebebi de işte tam buydu. Hurafeler ve batıl inançların İslam gibi saygı görmesi. Oysa hak gelince batıl zail olur.
Bediüzzaman'dan sonra Risalei Nurlara bedel bir eser yazan olmuş mu? Olmamış.Çünkü Bediüzzaman son mücedid ve ondan sonraki dönem Hz.Mehdi AS dönemidir. Manevi kalkınma Risalei Nurlarla gerçekleşecek.Tüm dünyaya yayılacak ve dünyanın her yerinde çiçekler açacak. Osmanlı bunu yapamamış ve bu sebeple yıkılmış.
Atatürk yıkmamış deyince küplere binecek ön yargılılar var. Peki Bediüzzaman mı yıkmış Osmanlı'yı? Ne kadar az düşünüyorlar.
Oysa Osmanlıyı ne Atatürk yıktı, ne de Bediüzzaman. Osmanlı daha üç yüz sene önce bir Atatürk'ü, bir Bediüzzaman'ı olmadığı için kendi kendini yıktı. İslamı hurafelere, maddi kalkınmayı da saray haremlerine bıraktığı için yıkıldı. Osmanlı padişahlar cephelerde ordularının başlarındayken yıkılmadı, haremlerinde eşlerinin yanındayken yıkıldı.
Bediüzzaman Zülfikar'ın üst keskin ucunu, Atatürk de alt keskin ucunu ihya etmek için görevlendirildi.
Görevlendirildiler diyoruz bakınız..
Her ikisi de Cumhuriyetçiydi. Her ikisi de Cennetmekan Abdülhamid Han'a karşı kurulan Hareket Ordusunda yer aldılar. Ama kendileri, kendiliklerinden gitmediler. Öyle olsa birisi değil her ikisi birden hain olur. Gönderen Cennetmekan Abdülhamid Han'dır.
Enver Paşa da, Atatürk de hatta Bediüzzaman da Osmanlı derin devletinin en iyi ajanlarıydı. Osmanlı devlet olarak, kurumlar olarak, ordu olarak, ekonomi olarak, hepsinden önemlisi askeri güç, teknolojik güç ve silah olarak batıya yenik düşmüş ve artık savaş meydanlarındaki mağlubiyetin haberi beklenir olmuştu. Bu haberler de gecikmedi.
Evet Osmanlı zaten yenilmiş ve sadece ajan gücü ayakta kalabilmişti. İşte bu ajanlarla ne yapılabilirse yapılacaktı.
Enver Paşa Almanlara yakın edilmiş ve savaş kaybedilince de kenara çekilmişti.
Artık sıra Atatürk ve Bediüzzaman'daydı. Çünkü tek ağızlı kılıçla olmamıştı yine olmayacaktı. Yeni kurulacak devletin Osmanlıyı yıkan tüm unsurlardan temizlenmesi gerekiyordu. Lozan Antlaşması ZAMAN KAZANMAK için yapılmış bir antlaşmaydı. O kadar yapılabilmişti. Çünkü ülke hala işgal altındaydı. İngilizler ve Fransızlar İstanbul'daydı. Anadolu'da Atatürk'ün Yunanlılar ile yapacağı Kurtuluş Savaşının sonucunu merakla bekliyorlardı. Çünkü Türk Milletinin gücünü test ediyorlardı.
Atatürk önderliğinde Türk Milleti kazanınca işgalden vazgeçtiler ve "Türk Milleti ile anlaşma yapalım ama istediklerimizi de dayatalım çünkü biz hala güçlüyüz" dediler. İşte Lozan böyle yapıldı. Zaman kazanmak için. Hatta İnönü ağzından kaçırarak "Lozan'da yüz sene kazandık" deyiverdi. O söz gerçekte Atatürk'e aitti.
Eğer 1.Dünya Savaşını kaybetmeseydik ne Mondros, ne Sevr ne de Lozan olacaktı. Osmanlıda üç yüz yıldan beri düşünülen Cumhuriyete tıpkı Gorbaçov'un Glasnost ve Perestroyka'sı gibi belki de Putin'in BDT gibi geçilecekti.
Hilafetin kaldırılmasına gerek olmayacaktı. Atatürk saltanatı zaten Osmanlı projesi olduğu için Hilafeti de koruyacak gücümüz kalmadığı için kaldırmıştır.
Devam...
O yüz senelik zaman kazanıldı ama nasıl değerlendirilecekti? İngiliz, Fransız hatta ABD rahat bırakacak mıydı? İstediklerini almışlardı ama alamadıkları ve farkına varamadıkları da vardı.
Bu yüz senelik dönemde Türk Milleti, Osmanlıyı yıkan sebeplerden arınarak yepyeni ufuklara açılabilirse ve yılmadan çalışıp tekrar onlarla er meydanına inebilecek güce kavuşursa, tüm dünyaya gerçek İslamın gerçek zaferinin ilan edilmesi mümkün olacaktı. Ama bunu yapacak olan da Hz.Mehdi AS'dı ve bize düşen ona hazır asker olabilmekti. İşte yüz yılın amacı buydu.
Atatürk de Bediüzzaman da bunu biliyordu.
Maddi kalkınmayı Atatürk başlattı. Manevi kalkınmayı Bediüzzaman. İngiltere, Fransa ve ABD'ye rağmen.
Atatürk yeni kurulan devletin kurallarını, maddi kalkınmanın temeli olan akıl ve bilim üzerine inşa ederken, Bediüzzaman da hurafelerden arınmış akıl ve bilim ile anlaşılabilecek ve yaşanabilecek gerçek İslam'ı inşa etmeye çalışıyorlardı. Dost olduklarını bilselerdi asla müsaade etmezlerdi.
Zaten hiç boş durmamışlardı. Tek parti döneminde Osmanlı'daki hurafeleri bahane ederek kasten din düşmanlığı yapmışlar ve ileride kullanabilecekleri karşıt görüşü beslemişlerdi.
O karşıt görüş gerçekten İslam mıydı? Siyasal İslam, radikal İslam, tekfirci İslam, Cihatçı İslam vs.vs. Oysa Kuran'da sadece bir İslam var ve o da Bediüzzaman'ın ihya etmeye çalıştığı İslam.
Laikliği din düşmanlığı olarak kullanmışlardı. Oysa Hz.Peygamber SAS Efendimizin yerine halife tayin etmeyişi laikliğin İslama uygun olduğunun delili değil miydi?
Çünkü halife hem dini hem de dünyevi liderliği temsil ediyordu.
Dini lideri sadece Allah cc bilir ve tayin edebilir.Dünyevi lideri ise halk seçer ya da biri zorla ya da hile ile gelir alır.
Muaviye ve Yezid'in liderlikleri böyle değil mi? Hz.Peygamber SAS Efendimiz Hz.Ebu Bekir RA'ı bizzat kendisi halife tayin etseydi ve yıllar sonra Muaviye hile ile o makamı eline geçirseydi, gerçekten dini lider olabilecek miydi? İşte laiklik ilk önce bu. Sonrası da var tabi.Yazının konusu değil.
Devam...
Dünyadaki cennet; bağ bahçeler, cehennem ise hapishanedir. Şu işe bakınız ki Kuran'da baştan sona cennet ve cehennemi anlatır. Cehennem ile korkuturken, Cennet ile müjdeler. Yani korku ile ümit arasındadır İslam.
Bediüzzaman'ın dünya hayatı da hapishanelerde ve bağlarda bahçelerde geçmiştir. Risalei Nurlar bu mekanlarda yazılmıştır.
Cennet ve cehennemi anlatan Kuran'ın yeniden yorumlanması olan Risalei Nurlar işte dünyanın bu cennet ve cehennemlerinde kaleme alınmıştır. Hepsi planlıdır. Amaç o Risalelerin hakkını vererek yazılmasıydı.
Yoksa Bediüzzamana dünyanın her yeri cennet, her yeri cehennem. Anlayanadır tabi bu da. Bediüzzaman da diğer şeyhler mollalar gibi sahte cennette yaşasaydı acaba Risaleleri böyle yazabilir miydi? Allah CC en büyüktür.
Ahireti cennet olana dünyanın her yeri cehennemdir ama ahireti cehennem olana da dünyanın her yeri bir cennettir. Çünkü ne dünyanın cehennemi ahiretin cehennemine ne de dünyanın cenneti ahiretin cennetine bedel olamaz. Üstelik biri bir anlıktır diğeri ise ebedidir.
Risalei Nurlar Bediüzzaman'a İngiliz,Fransız ve ABD'ye rağmen, derin devlet tarafından korunarak ve himaye edilerek yazdırılmıştır. Devlet korumasaydı yazamazdı. Çünkü gün gibi ortada olduğu ve gizlenemediği için maddi kalkınmanın liderine o kadar izin vermemişlerdi. Bediüzzaman'ın Atatürk'ün gizli bir dava arkadaşı olduğunu bilselerdi asla izin vermezlerdi. Kaderi İlahi başka tabi. Allah'ın dediği olur.
Efendim Atatürk ile ilgili Bediüzzaman, en yakınında bulunan talebelerine Süfyan demiş. TAKİYYE YAPMIŞ.Peki o en yakın talebeler şu anda ne haldeymiş?
Var mı içlerinden biri diğerini adam yerine koyan? Yüz parça oldular. Gülen cemaati dünya çapında başarılı oldu diye Gülen'i Süfyan ilan ettiler. Hani sizin Süfyanınız başkasıydı? Bu talebeler mi? Ayıp kardeşim, çok ayıp.
Bediüzzaman'ı şu anda Gülen Cemaati temsil ediyor. Bunu Bediüzzaman da zaten ta o zaman açıklamış. "O Risaleler dünya çapında yayılır ve dünyanın her yerinde çiçekler açar" demiş. Var mı böyle bir cemaat, Gülen cemaatinden başka? Yok.
Peki Atatürk ile Cemaat arasında nasıl bir bağ olabilir?
Bediüzzamanı temsil eden Cemaat gerçek İslamı tebliğ ediyor. Akıl ve bilimi rehber ediniyor ve Kuran'daki "Oku. Yaratan Rabbinin adıyla oku" ayetini tam olarak icra ediyor.
Kuran'daki matematiği cami imamı bilmez. Ancak bir matematikçi anlayabilir. Kuran'daki fiziği bir Fizik alimi, Kimyayı Kimya alimi anlayabilir.
Cemaat de bunu yapmıyor mu? Talebeleri tüm uluslararası yarışmalarda matematik, fen, fizik, kimya ödülleri almıyorlar mı? Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni Osmanlı'nın düştüğü hurafelerden arındırma davasına hizmet etmiyor mu?
Efendim bunlar hain! Memleketi satmışlar! ABD, İngiltere, Fransa, İsrail ve Siyonizme hizmet ediyorlar! İşte bak Gülen'i vermiyorlar! Koruyorlar!
Ya cemaat Atatürk'ün ve Bediüzzaman'ın maddi ve manevi mirasını üstlenerek, Zülfikar'ın iki ucunu da gövdede birleştirip kabzeyi tutacak kişiye uzatıyorsa? Ve esas sorun da buysa?
Diyelim ki biz ABD, İngiltere, Fransa ve Siyonizm olalım. Cemaat de düşmanımız olsun. Ülkemizdeki okullarını kapatmak kolay.Liderleri de elimizde, istersek öldürürüz. Ama cemaat biter mi? Bitmez. O zaman ne yapmalı ki nereden nasıl başlanmalı ki, Cemaatin kökü kazınsın?
Ben cemaatçi değilim ama Allah'dan korkarım. Bize göre Cemaat Atatürk'ün ve Bediüzzaman'ın izinden gidiyor. Ve onların yarım bıraktıkları işi tamamlayacak ve Zülfikarın kabzesini tutması gereken kişiye uzatacak. O günler de çok ama çok yaklaştığı için yazdık.
Zülfikar, Hz.Ali RA Efendimizin iki ağızlı, iki sivri uçlu keskin kılıcı.
Zülfikar, İslam'ın en keskin kılıcı.
Artık bazı gerçekleri yazmanın zamanı geldi.
SON YÜZYIL
Bu yüzyılda Zülfikar'ın iki keskin ve sivri ucunu Atatürk ile Bediüzzaman temsil etmiştir.
Atatürk, Zülfikar'ın alt keskin ucudur ve maddi gücü temsil eder. Bediüzzaman ise üst keskin ucudur ve manevi gücü temsil eder. Daha doğrusu Atatürk maddi kalkınmayı, Bediüzzaman ise manevi kalkınmayı temsil eder. Atatürk maddi kalkınmaya, Bediüzzaman da manevi kalkınmaya liderlik etmişlerdir.
Herkes Zülfikar'ın sadece iki keskin ucunu görse, iki ayrı keskin kılıç zanneder. Ama o kılıç birdir çünkü Zülfikar'dır.
Zülfikar'ın gövdesi Türk Millleti'dir. Kabzesi Kuran. Kim o kabzeyi hakkı ile tutarsa Hz.Peygamber SAS Efendimizin gerçek halifesi olur.
Hz.Peygamber SAS Efendimizden sonra, kıyamete kadar ki en büyük halife Hz.Mehdi AS'dır. Bu kabzeyi ilk önce Hz.Peygamber SAS Efendimiz gibi tutmak isteyen Horasanlı Ebu Müslim olmuştur. Ama dünyaya hakim olamamıştır. İkinci defa tutan ise cennet mekan Fatih Sultan Muhammed Handır. Fethi gerçekleştirmiş ama dünyaya hakim olamamıştır. İkisi hakkında da hadisi şerif vardır.
Horasanlı Ebu Müslim bu kabzeyi FİTNEYE karşı tutarken Fatih Sultan Mehmet Han KAFİRE karşı tutmuştur. Şimdi işte o kabzeyi Hz.Mehdi AS tutacaktır ve hem FİTNEYE hem de KAFİRE karşı çekecektir İNŞALLAH.
Zülfikarı diğer kılıçlardan ayıran özellik sadece iki keskin ucu olması değildir. O iki keskin ucun, temsil ettiği güçtür. Maddi ve manevi güç.
İşte Hz.Mehdi AS; böyle bir maddi ve manevi gücü eline alacaktır İnşallah.
Bu bilgi Şia kaynaklarında da açıkça ifade edilir.
"Yeryüzünde Müslümanlar, maddi ve manevi bir güç haline geldiklerinde Kaim AS zuhur eder ve bu gücün başına geçer" derler. O yüzden İran tüm maddi imkanlarını savunma sanayini geliştirmek için harcıyor.
Ama yanılgıları da şurada:
Sadece maddi güç denilmiyor, aynı zamanda manevi güç de deniliyor. Yani maddi olarak hazırlık yapıyor ama manevi olarak hazırlığı yok.
Çünkü Hz.Peygamber SAS Efendimizin Hz.Mehdi AS'a bıraktığı manevi gücü Şiilik değil Ehli Sünnet Vel Cemaat temsil ediyor. Ehli Sünnetin manevi kalkınmasına da bu çağda Bediüzzaman liderlik etmiştir.
Demek ki bu zamanda Bediüzzaman'sız manevi kalkınma ve manevi kalkınmasız da manevi güç olmazmış. Bediüzzaman bunu bizzat kendisi de "Ben Mehdi değilim belki zamanın müceddidi olabilirim" diyerek açıkça ifade ediyor. Yani Bediüzzaman bizzat kendisi müceddid olduğunu ifade etmiş ise başkasına diyecek bir şey kalmaz. Yine Bediüzzaman kendisi bizzat Mehdi olmadığını da ifade etmişse başkasına yine diyecek bir şey kalmaz.
Peki müceddid ne demekti? Zamanın gereklerine göre dini yenileyen, yeniden yorumlayan, Kuran'ı yeniden açıklayan,dine sonradan giren hurafeleri ortaya çıkaran bir nevi güncelleyici.
Demek ki Bediüzzaman'dan önceki dönemde dine çok hurafeler karışmış ve dinin yeniden yorumlanmasına, hurafelerin temizlenmesine ihtiyaç duyulmuştu. Koskoca Osmanlı'nın yıkılışının manevi sebebi de işte tam buydu. Hurafeler ve batıl inançların İslam gibi saygı görmesi. Oysa hak gelince batıl zail olur.
Bediüzzaman'dan sonra Risalei Nurlara bedel bir eser yazan olmuş mu? Olmamış.Çünkü Bediüzzaman son mücedid ve ondan sonraki dönem Hz.Mehdi AS dönemidir. Manevi kalkınma Risalei Nurlarla gerçekleşecek.Tüm dünyaya yayılacak ve dünyanın her yerinde çiçekler açacak. Osmanlı bunu yapamamış ve bu sebeple yıkılmış.
Atatürk yıkmamış deyince küplere binecek ön yargılılar var. Peki Bediüzzaman mı yıkmış Osmanlı'yı? Ne kadar az düşünüyorlar.
Oysa Osmanlıyı ne Atatürk yıktı, ne de Bediüzzaman. Osmanlı daha üç yüz sene önce bir Atatürk'ü, bir Bediüzzaman'ı olmadığı için kendi kendini yıktı. İslamı hurafelere, maddi kalkınmayı da saray haremlerine bıraktığı için yıkıldı. Osmanlı padişahlar cephelerde ordularının başlarındayken yıkılmadı, haremlerinde eşlerinin yanındayken yıkıldı.
Bediüzzaman Zülfikar'ın üst keskin ucunu, Atatürk de alt keskin ucunu ihya etmek için görevlendirildi.
Görevlendirildiler diyoruz bakınız..
Her ikisi de Cumhuriyetçiydi. Her ikisi de Cennetmekan Abdülhamid Han'a karşı kurulan Hareket Ordusunda yer aldılar. Ama kendileri, kendiliklerinden gitmediler. Öyle olsa birisi değil her ikisi birden hain olur. Gönderen Cennetmekan Abdülhamid Han'dır.
Enver Paşa da, Atatürk de hatta Bediüzzaman da Osmanlı derin devletinin en iyi ajanlarıydı. Osmanlı devlet olarak, kurumlar olarak, ordu olarak, ekonomi olarak, hepsinden önemlisi askeri güç, teknolojik güç ve silah olarak batıya yenik düşmüş ve artık savaş meydanlarındaki mağlubiyetin haberi beklenir olmuştu. Bu haberler de gecikmedi.
Evet Osmanlı zaten yenilmiş ve sadece ajan gücü ayakta kalabilmişti. İşte bu ajanlarla ne yapılabilirse yapılacaktı.
Enver Paşa Almanlara yakın edilmiş ve savaş kaybedilince de kenara çekilmişti.
Artık sıra Atatürk ve Bediüzzaman'daydı. Çünkü tek ağızlı kılıçla olmamıştı yine olmayacaktı. Yeni kurulacak devletin Osmanlıyı yıkan tüm unsurlardan temizlenmesi gerekiyordu. Lozan Antlaşması ZAMAN KAZANMAK için yapılmış bir antlaşmaydı. O kadar yapılabilmişti. Çünkü ülke hala işgal altındaydı. İngilizler ve Fransızlar İstanbul'daydı. Anadolu'da Atatürk'ün Yunanlılar ile yapacağı Kurtuluş Savaşının sonucunu merakla bekliyorlardı. Çünkü Türk Milletinin gücünü test ediyorlardı.
Atatürk önderliğinde Türk Milleti kazanınca işgalden vazgeçtiler ve "Türk Milleti ile anlaşma yapalım ama istediklerimizi de dayatalım çünkü biz hala güçlüyüz" dediler. İşte Lozan böyle yapıldı. Zaman kazanmak için. Hatta İnönü ağzından kaçırarak "Lozan'da yüz sene kazandık" deyiverdi. O söz gerçekte Atatürk'e aitti.
Eğer 1.Dünya Savaşını kaybetmeseydik ne Mondros, ne Sevr ne de Lozan olacaktı. Osmanlıda üç yüz yıldan beri düşünülen Cumhuriyete tıpkı Gorbaçov'un Glasnost ve Perestroyka'sı gibi belki de Putin'in BDT gibi geçilecekti.
Hilafetin kaldırılmasına gerek olmayacaktı. Atatürk saltanatı zaten Osmanlı projesi olduğu için Hilafeti de koruyacak gücümüz kalmadığı için kaldırmıştır.
Devam...
O yüz senelik zaman kazanıldı ama nasıl değerlendirilecekti? İngiliz, Fransız hatta ABD rahat bırakacak mıydı? İstediklerini almışlardı ama alamadıkları ve farkına varamadıkları da vardı.
Bu yüz senelik dönemde Türk Milleti, Osmanlıyı yıkan sebeplerden arınarak yepyeni ufuklara açılabilirse ve yılmadan çalışıp tekrar onlarla er meydanına inebilecek güce kavuşursa, tüm dünyaya gerçek İslamın gerçek zaferinin ilan edilmesi mümkün olacaktı. Ama bunu yapacak olan da Hz.Mehdi AS'dı ve bize düşen ona hazır asker olabilmekti. İşte yüz yılın amacı buydu.
Atatürk de Bediüzzaman da bunu biliyordu.
Maddi kalkınmayı Atatürk başlattı. Manevi kalkınmayı Bediüzzaman. İngiltere, Fransa ve ABD'ye rağmen.
Atatürk yeni kurulan devletin kurallarını, maddi kalkınmanın temeli olan akıl ve bilim üzerine inşa ederken, Bediüzzaman da hurafelerden arınmış akıl ve bilim ile anlaşılabilecek ve yaşanabilecek gerçek İslam'ı inşa etmeye çalışıyorlardı. Dost olduklarını bilselerdi asla müsaade etmezlerdi.
Zaten hiç boş durmamışlardı. Tek parti döneminde Osmanlı'daki hurafeleri bahane ederek kasten din düşmanlığı yapmışlar ve ileride kullanabilecekleri karşıt görüşü beslemişlerdi.
O karşıt görüş gerçekten İslam mıydı? Siyasal İslam, radikal İslam, tekfirci İslam, Cihatçı İslam vs.vs. Oysa Kuran'da sadece bir İslam var ve o da Bediüzzaman'ın ihya etmeye çalıştığı İslam.
Laikliği din düşmanlığı olarak kullanmışlardı. Oysa Hz.Peygamber SAS Efendimizin yerine halife tayin etmeyişi laikliğin İslama uygun olduğunun delili değil miydi?
Çünkü halife hem dini hem de dünyevi liderliği temsil ediyordu.
Dini lideri sadece Allah cc bilir ve tayin edebilir.Dünyevi lideri ise halk seçer ya da biri zorla ya da hile ile gelir alır.
Muaviye ve Yezid'in liderlikleri böyle değil mi? Hz.Peygamber SAS Efendimiz Hz.Ebu Bekir RA'ı bizzat kendisi halife tayin etseydi ve yıllar sonra Muaviye hile ile o makamı eline geçirseydi, gerçekten dini lider olabilecek miydi? İşte laiklik ilk önce bu. Sonrası da var tabi.Yazının konusu değil.
Devam...
Dünyadaki cennet; bağ bahçeler, cehennem ise hapishanedir. Şu işe bakınız ki Kuran'da baştan sona cennet ve cehennemi anlatır. Cehennem ile korkuturken, Cennet ile müjdeler. Yani korku ile ümit arasındadır İslam.
Bediüzzaman'ın dünya hayatı da hapishanelerde ve bağlarda bahçelerde geçmiştir. Risalei Nurlar bu mekanlarda yazılmıştır.
Cennet ve cehennemi anlatan Kuran'ın yeniden yorumlanması olan Risalei Nurlar işte dünyanın bu cennet ve cehennemlerinde kaleme alınmıştır. Hepsi planlıdır. Amaç o Risalelerin hakkını vererek yazılmasıydı.
Yoksa Bediüzzamana dünyanın her yeri cennet, her yeri cehennem. Anlayanadır tabi bu da. Bediüzzaman da diğer şeyhler mollalar gibi sahte cennette yaşasaydı acaba Risaleleri böyle yazabilir miydi? Allah CC en büyüktür.
Ahireti cennet olana dünyanın her yeri cehennemdir ama ahireti cehennem olana da dünyanın her yeri bir cennettir. Çünkü ne dünyanın cehennemi ahiretin cehennemine ne de dünyanın cenneti ahiretin cennetine bedel olamaz. Üstelik biri bir anlıktır diğeri ise ebedidir.
Risalei Nurlar Bediüzzaman'a İngiliz,Fransız ve ABD'ye rağmen, derin devlet tarafından korunarak ve himaye edilerek yazdırılmıştır. Devlet korumasaydı yazamazdı. Çünkü gün gibi ortada olduğu ve gizlenemediği için maddi kalkınmanın liderine o kadar izin vermemişlerdi. Bediüzzaman'ın Atatürk'ün gizli bir dava arkadaşı olduğunu bilselerdi asla izin vermezlerdi. Kaderi İlahi başka tabi. Allah'ın dediği olur.
Efendim Atatürk ile ilgili Bediüzzaman, en yakınında bulunan talebelerine Süfyan demiş. TAKİYYE YAPMIŞ.Peki o en yakın talebeler şu anda ne haldeymiş?
Var mı içlerinden biri diğerini adam yerine koyan? Yüz parça oldular. Gülen cemaati dünya çapında başarılı oldu diye Gülen'i Süfyan ilan ettiler. Hani sizin Süfyanınız başkasıydı? Bu talebeler mi? Ayıp kardeşim, çok ayıp.
Bediüzzaman'ı şu anda Gülen Cemaati temsil ediyor. Bunu Bediüzzaman da zaten ta o zaman açıklamış. "O Risaleler dünya çapında yayılır ve dünyanın her yerinde çiçekler açar" demiş. Var mı böyle bir cemaat, Gülen cemaatinden başka? Yok.
Peki Atatürk ile Cemaat arasında nasıl bir bağ olabilir?
Bediüzzamanı temsil eden Cemaat gerçek İslamı tebliğ ediyor. Akıl ve bilimi rehber ediniyor ve Kuran'daki "Oku. Yaratan Rabbinin adıyla oku" ayetini tam olarak icra ediyor.
Kuran'daki matematiği cami imamı bilmez. Ancak bir matematikçi anlayabilir. Kuran'daki fiziği bir Fizik alimi, Kimyayı Kimya alimi anlayabilir.
Cemaat de bunu yapmıyor mu? Talebeleri tüm uluslararası yarışmalarda matematik, fen, fizik, kimya ödülleri almıyorlar mı? Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni Osmanlı'nın düştüğü hurafelerden arındırma davasına hizmet etmiyor mu?
Efendim bunlar hain! Memleketi satmışlar! ABD, İngiltere, Fransa, İsrail ve Siyonizme hizmet ediyorlar! İşte bak Gülen'i vermiyorlar! Koruyorlar!
Ya cemaat Atatürk'ün ve Bediüzzaman'ın maddi ve manevi mirasını üstlenerek, Zülfikar'ın iki ucunu da gövdede birleştirip kabzeyi tutacak kişiye uzatıyorsa? Ve esas sorun da buysa?
Diyelim ki biz ABD, İngiltere, Fransa ve Siyonizm olalım. Cemaat de düşmanımız olsun. Ülkemizdeki okullarını kapatmak kolay.Liderleri de elimizde, istersek öldürürüz. Ama cemaat biter mi? Bitmez. O zaman ne yapmalı ki nereden nasıl başlanmalı ki, Cemaatin kökü kazınsın?
Ben cemaatçi değilim ama Allah'dan korkarım. Bize göre Cemaat Atatürk'ün ve Bediüzzaman'ın izinden gidiyor. Ve onların yarım bıraktıkları işi tamamlayacak ve Zülfikarın kabzesini tutması gereken kişiye uzatacak. O günler de çok ama çok yaklaştığı için yazdık.
6 Kasım 2015 Cuma
AHMET TAKAN'IN SON YAZISI
AHMET TAKAN ONİKİDEN VURDU AMA VURULAN VAR MI?
1 Kasım'ın ardından e-posta, mesaj ve telefon bombardımanına
tutuldum.
Ortak soru şu;
"Büyük
resim"...
Aslında, "büyük resmi" görmek o kadar da zor değil. Fazla
derinlerde aramanın da lüzumu yok!.. Türkiye sınırları dışından, en azında
şöyle Orta Doğu coğrafyasından bakın yeter. Bu demek değil ki "büyük resmi" soranlara hak vermiyorum. Şu anda ciddi bir
travma yaşanıyor Türkiye'de. 7 Haziran sonrasında baskı ve tehdidin, dayatılan
can, mal ve geçim korkusunun, yılgınlık ve alternatifsizlik içinde kıvranan
kitleleri ne hale getirdiğini gördük. Sandıktaki sonucun nereye varacağı
hususunda ise 1 Kasım'ı organize edenler hiç vakit kaybetmeden düğmeye bastı.
İşte gördünüz; R.Erdoğan 1 Kasım'ın en önemli mesajının yeni anayasa olduğunu,
millî iradenin talebinin yeni anayasa olduğunu ileri sürdü. Aynı gün sözcüsü
İbrahim Kalın, başkanlık sisteminin halka sorulacağını ilan etti. Çözüm ortaklarından
HDP de yeşil ışık yaktı. Aslında, 7 Haziran'dan sonra dayatılan tekrar seçim
sürecinde konuşulmayan tek gündem maddesi, başkanlık sistemi ve yeni
anayasaydı. 5 ayda bu konuda en ufak bir tartışma hatırlıyor musunuz?..
Milleti kandırma operasyonunda bu sefer de başarılı oldular.
Normal şartlarda 2019'a kadar sandık olmadığı için elleri de çok rahatladı.
Kendi isteklerini ve projelerini, sandık sonuçlarını da nalıncı keseri gibi
yontarak tam gaz yürürlüğe sokacaklar. "Ahmet Davutoğlu acaba rüştünü ispatlamak
için direnebilir mi" şeklindeki
cılız beklentiler boşa çıkacak. Yalandan hamle yapmaya kalkışsa şipşak kongre
ile yerine atama yapılır.
Meclis açılır açılmaz sarayda hazır olan yeni anayasa taslağı
AKP önerisi olarak gündeme gelecek. Ne ABD, ne Fransa, ne Meksika ne de Türk
tipi başkanlık sistemi. Bunun adı Erdoğan tipi başkanlık
sistemi olacak.
Neler olacak neler!..
Başkan yürütmenin başı olacak,
Kanunları onaylama, reddetme ve Anayasa Mahkemesi'ne götürme
yetkisi sadece kendisinde olacak,
Bakanlar, Meclis içi veya dışından başkan tarafından
atanacak,
Başkanın görevden alınması, Yüce Divan'da yargılanması mümkün
olmayacak,
Üst düzey kamu yöneticilerini başkan atayacak. Yargıda tüm
düzenleme yetkisi başkana verilecek,
"Başkomutan" olduğu için komutanları atama ve görevden
alma yetkisi başkanda olacak.
Kısacası; başkan "yat" diyecek yatacağız, "kalk" diyecek kalkacağız.
"Ama
başkanın partisi 1 Kasım'da 317 mebus çıkardı. Bu sayı ile imkânsız anayasayı
değiştirmesi. Diğer partilerle uzlaşması lazım" diyeceksiniz. Ben de, "beni güldürmeyin saf kardeşlerim" diye cevap vereceğim.
Bu seçimlerde AKP ile HDP arasında gizli mutabakat
yapıldığını düşünüyorum. Büyük resmi okumaya çalıştığımda; ABD ile Rusya,
Suriye'de ortak hava tatbikatı yaparken, Kürt koridoru tamamlanırken
gerçekleşen 1 Kasım seçimlerinde HDP'nin oy oranına bakıyorum. Baraj altı
bırakılmadı ama kıl payı geçirilerek kilit sayıda söz söyleyebilecek sayıda
milletvekili sandalyesi verildi. HDP-Kandil hattından gelen ilk açıklamalara
bakıldığında pek de sıkıntılı olmadıkları görülüyor.
AKP'nin istediği anayasa değişikliklerini yapabilmesi en
azından referanduma gidebilmesi için 13 milletvekiline ihtiyacı var.
Referandumsuz anayasa değişikliklerinin gerçekleşmesi için asgari sayı 367.
5'inci partinin kurulmasına, Güneş Motel senaryolarına ihtiyaç kalmadı.
Biliyorsunuz, anayasa değişikliği oylamaları gizli yapılıyor.
AKP, HDP ve CHP içinden çok kolay gizli destek alır. Bu sayı rahatlıkla 367'yi
de geçebilir. TBMM'de sandalye sayısı 40'a indirilen MHP'nin ise tepkisi kuru
gürültü olmaktan öteye gitmez. Zaten TBMM Başkanlık Divanı'nda temsil sayısı 1
katip üyeye düşen MHP'nin diğer komisyonlarda temsil sayısı sembolik
olacağından artık bu partinin parlamento etkinliğinden çok bir şey beklememek
gerek. "80 milletvekili varken ne oldu" derseniz onda
haklısınız...
Gerek R.Erdoğan'ın, gerek diğer iktidar sözcülerinin sıcak
açıklamalarındaki satır aralarını dikkate alırsanız,"çözüm süreci"nin de
buzdolabından çıkmak üzere olduğunu kolayca fark edebilirsiniz. Kulağıma gelen
bilgilere göre, bu aralar İmralı koster trafiğinde de hızlılık var. Abdullah Öcalan
güzellemeleri çok yakında başlayacak. AB standartlarında demokrasi sözü
verdikleri için(!) yerel yönetim reformu hamlelerine hazır olun. Demokrasi ve
barış hamlemizin(!) Öcalan'ın Diyarbakır'da 'Villa tipi ev hapsi'ne
de... "Öz yönetim"e de.. AB'den
fonlayıp "öz yönetim"lere aktaracaklar.
ABD-Rusya ve diğer güçler Suriye'yi paylaşırken, Kürt
koridorunu kurup bizim de ağzımıza "bakın
Azez-Cerablus hattında da Türkmenlere güvenli bölge verdik" diye bir parmak bal çalacaklar.
Uçkurumuzu gevşete gevşete, gevşek
federasyonun kapısına
geldik. Barzani'ye de ayar verildi. Ama hiç birimizin en ufak şikayete hakkı
yok. Biz istedik!.. Biz onay verdik projeye!..
Şimdi!.. Anayasanın ilk 3 maddesine son kez
bir daha bakın...
Belki bir süre sonra hatırlamak, "neydi onlar" demek için
arşivlerde bile izini bulamayacaksınız.
Gördünüz mü büyük resmi?..
Hâlâ göremediniz mi?.. O zaman bir fırsatını bulup
muhtarların arasına karışın. Bir dahaki toplantıda başkana sorun!..
" PKK'ya özerklik vereceğiz"
deseydi 1 Kasımda ne kadar oy alırdı? Dürüstlük bu mudur?
SORU 2)
Peki bunları yapabilirler mi?
Birinci sorunun cevabını siz ikincinin cevabını da biz verelim...
Nah yaparsınız. Bu ülke sahipsiz değil bu bir. İkincisi de bu ülkede herkes kanmıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)