Soru: Hazreti Üstad, âlem-i menâmda âlî bir mecliste sorulan
sual üzerine, 1. Dünya Savaşı’ndaki musibetin sebebi olarak, namaz, oruç ve
zekât ibadetlerindeki ihmali gösteriyor. Daha sonra, hac ve ondaki hikmetlerin
ihmalinin ise sadece musibeti değil gazap ve kahrı celp ettiğini, Müslümanların
düşman zannedip birbirlerini öldürdüklerini belirtiyor. Binaenaleyh, taabbudî
hakikati mahfuz, her bir ibadetin bir kısım musibetlere paratoner olduğu
söylenebilir mi?
İbadetlerdeki ihmaller ve işlenen günahlar değişik
musibetlere davetiyedir!..
*Hazreti Bediüzzaman meseleye öyle bakıyor ve özellikle
Sünuhat Risalesi’nde bu husus üzerinde genişçe duruyor. Şöyle diyor: “Zira
yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi.
Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nevi
namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay, oruç için nefsimizden istedi.
Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri,
ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik; O da bizden müterakim
zekâtı aldı.”
*Belli günahlar, kaht kelimesiyle ifade edilen kıtlık,
kuraklık, susuzluk, yağmurun kesilmesi ve açlık gibi değişik musibetlere
davetiye mahiyetindedir. Şu anda İslam dünyasında da böyle musibetler
yaşanıyor. Merceğe veya teleskoba lüzum yok; kendi ülkenize baktığınız zaman
her gün değişik yerlerde farklı felaketler olduğunu göreceksiniz. Aslında
yağmur, kar, dolu hep gökten geliyor ve rahmet olarak iniyor; fakat
masiyetlerimiz onlara kendi renklerini ve boyalarını çalıyor; dolayısıyla bu
nimetler rahmet iken nıkmet haline dönüşüyor ve değişik felaketlere sebebiyet
veriyor. Ayrıca, zelzeleler oluyor, yoksulluklar yaşanıyor, toplumda herc ü merc
meydana geliyor ve değişik fitneler başgösteriyor. Kısacası, İnsanlığın İftihar
Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), âhir zamanın ve kıyamete yaklaşmanın
alameti olarak ifade buyurduğu, hadis kitaplarında Kitâbü’l-fiten ve’l-melâhim
bölümlerinde haber verilen hemen her hadise İslam dünyasında cereyan ediyor.
En büyük musibet, musibetin musibet olduğunu görememektir!..
*Bu musibetlerden daha büyük bir musibet varsa, o da bu
musibetlerden bir ders çıkarmama musibetidir. Zelzele, sel, tsunami birer musibettir.
İnsanların birbirine düşmeleri ve birbirine güve olmaları da bir musibettir.
Fakat bunlardan daha büyük bir musibet vardır o da musibetlerin musibet
olduğunu görmeme musibetidir.
*Namazın terkedilmesinin çağırdığı bir çeşit musibet vardır.
Allah (celle celaluhu) boş yere yatırtır kaldırtır sizi, Cihan Harbi’nde olduğu
gibi. Cepheden cepheye koşturur durursunuz “musibetleri bastıracağız” diye. Her
bastırma hareketiniz değişik komplikasyonlara sebebiyet verir, yeni musibetler
hortlar ondan. “Falan musibeti bastıralım!” dersiniz. Bastırma esnasındaki
yanlış tavır, davranış ve günahlarınızdan dolayı o bastırma işi kine nefrete
dönüşür, daha büyük bir musibet haline gelir ve siz kendinizi bir musibetler
sarmalı içinde bulursunuz. Yirmi sene, otuz sene, kırk sene mücadele edersiniz
ona karşı fakat Allah sizi yatıp kalkmaya mahkûm etmiştir, çünkü namazınız
namaz değildir.
*Oruçtaki kusur başka bir musibete sebebiyet verir. Hele
zamanımızda insanlar hiç olmayacak sebeplerden dolayı oruç tutmuyorlar. Allah (celle
celaluhu) açlık musibetine maruz bırakır/bırakıyor. Bugün açlık sınırının
altında yaşayan milyonlardan bahsediliyor.
İhtilâl sadaları, hased bağırtıları, nefret vaveylâlarına
karşılık zulüm ateşleri, tahakküm alevleri, tahkîr şimşekleri!..
*Zekât verilmeyince, işin yümün ve bereketi belki bütünüyle
zâyi oluyor. Toplumun değişik kesimleri arasında kopmalar meydana geliyor.
Servet sahipleri ile fakr u zaruret içinde bulunanlar iyice kopuyor. Sosyal
ihtilaller tarihine baktığınız zaman, asırlarca Avrupa’da kapitalistlerle işçi
sınıfı arasında yaşanmış mücadeleleri görürsünüz. Bu iki zümrenin birbirinden
kopması, aralarındaki bütün köprülerin yıkılması ve tarafların birbirine düşman
haline gelmesi, Doğu’da ve Doğu’nun da doğusunda bir kısım felaketlere sebebiyet
verecek şekilde çok farklı sistemlerin oluşmasına yol açmıştır. İki sınıf
arasında, Hazreti Pir’in ifadesiyle, yukarıdan aşağıya hep baskı olmuştur;
aşağıdan yukarıya da mızrak sallama, top atma, gülle fırlatma ve düşmanlık
duygularını coşturma gibi şeyler vuku bulmuştur.
*Hazreti Üstad, zekât müessesesinin işletilmemesinin
neticesini şu sözlerle ifade eder: “Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı
tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, hased bağırtıları,
kin ve nefret vaveylâları yükselir. Kezalik yüksek tabakadan aşağı tabakaya
merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi
tahkirler yağıyor. Maalesef tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma
sebeb iken, tekebbür ve gurura bâis oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve
fakirlik, ihsan ve merhameti mûcib iken, esaret ve sefaleti intac ediyor. Eğer
bu söylediklerime bir şahid istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar
şâhidler mevcuddur.” (İşaratü’lİ’caz, Sayfa 49)
Haccın ve ondaki hikmetlerin ihmali, sadece musibeti değil,
gazap ve kahrı da celb eder!
*Bilindiği gibi hac ibadeti Müslümanlar arasında yapılan
yıllık bir kongre ve bir kurultay niteliğini taşır. Hac vazifesini eda edenler,
aynı zamanda âlem-i İslâm’ın kaderini düşünerek evrensel bir kongre akdediyor
olma şuurunda bulunsalar, haccın teşriindeki çok önemli esaslardan birini daha
yerine getirmiş olacaklardır. Fakat maalesef zamanımızda bu kongrede, eda
edilmesi gerekli ibadetlerin yanında, gözetilmesi lazım gelen meseleler
gözetilmediğinden, yeryüzünde tam bir İslâmî heyetin oluştuğu söylenemez.
*Hacdaki ihmalin ve onun cezasının büyüklüğüne dikkat çeken
Hazreti Üstad, şöyle buyurmaktadır: “Haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti
değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil,
kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle
teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve
maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm
aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.”
Her ibadetin pek çok hikmeti ve her muâmelenin de taabbudî
derinliği vardır.
*İslam’da amelî hükümler, ibadetler ve muâmelât olmak üzere
iki başlık altında toplanabilir. Sözlükte, boyun eğme, itaat etme, tapınma,
kullukta bulunma manalarına gelen ibadet, Allah rızasını kazanmak için yapılan,
Allah’a yakınlık kazandıran ve şekli/esasları Allah tarafından belirlenmiş
bulunan, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi şuurluca ortaya konan
fiillere denir. Muâmelât ise, evlenme, boşanma, akit, ceza, miras, şahitlik,
alış-veriş ve davalar gibi, ibadetlerin dışında kalan ve insanların gerek
birbirleriyle gerekse toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hususları ihtiva
eden hükümlerdir.
*Taabbudîlik; ibadetleri sadece ubudiyet anlayışı ve kulluk
şuuruyla yerine getirme, ibadetlerin arkasında emr-i ilahîden başka değişik
sebepler aramama, onları zamanına, şekline ve keyfiyetine riayet ederek ifa
etme ve neticesini de ahirette Allah’tan bekleme demektir.
*Genel manada ifade edilecek olursa, ibadetlerde
taabbudîlik; muâmelât alanına giren hükümlerde ise, hikmet ve maslahat esastır.
Bununla beraber, her ibadetin pek çok hikmeti, her muâmelenin de bir kısım
taabbudî yanları vardır. Hatta sadece ibadetlerde değil; ferdî, ailevî ve
ictimaî hayatla alâkalı vaz’edilmiş esaslarda da bir taabbudîlik vardır.
*İnsan günlük hayatında yapageldiği işlerde ve muâmelâtta da
sadece emredildiği için yapma niyetini gözetebilir. Âdiyât ve muâmelâtta akla,
mantığa ve hikmete muvafık mânâlar daha çok görülse bile, insan onların da
“emredilmiş olmaları”nı esas alabilir. Böylece ister ibadetlerini, isterse
günlük hayatta yapageldiği şeyleri, taabbudîlik mülahazasına bağlı yapar ve
kendisini hâlisâne kulluk ruhuna alıştırmış olur. Bu cümleden olarak, Peygamber
Efendimiz’in ardından gitme ve O’na benzeme niyetiyle ortaya konan âdetler,
örfî muameleler ve fıtrî hareketler dahi ibadet şeklini alır ve insana sevap
kazandırır. Yeme-içme, oturup kalkma, alıp satma gibi sıradan iş, âdet ve
muâmeleler esnasında ilahî emirleri ve Allah Rasûlü’nü düşünüp O’na tâbi olmaya
niyetlenen insan, âdetlerini dahi ibadete çevirmiş ve böylece her hareketiyle
sevap kazanmış olur.
Suriye meselesinde kendi menfaatlerini düşündüler ve
çıkarlarını, problemlere sebebiyet verecek yolda gördüler!..
*Evet, bir 3. Dünya Savaşı endişesi taşıyorum. Çünkü her şeyin
menfaat üzerine döndüğü ve o menfaatlerin paylaşılamadığı bir dünyada bir ortak
nokta, bir fasl-ı müşterek üzerinde anlaşmak çok zordur. Şayet biri “Benim
hakkım yendi!” diyorsa, diğeri haksızlık yapıyorsa, öbürü kendi haklarının
ötesinde haklar peşinde koşturuyorsa, ortak bir paydada nasıl buluşulacak ki?!.
Hafizanallah, bir yanda Allah’tan uzaklaşmış, Peygamber’den cüdâ düşmüş,
İslamiyet’e sadece şekil nazarıyla bakan insanlar, diğer tarafta ise, bütün
bunları hiç bilmeyen kimseler varsa, böyleleri için fasl-ı müşterekler, ortak
paydalar bulmak çok zor olacaktır.
*Çevremizdeki problemli nice ülke arasında mesela Suriye’yi
düşününüz. Bazı kimseler oradaki çıkarlarını, problemlere ve komplikasyonlara
sebebiyet verecek yolda yürümekte gördüler. Hesaplarını, bir dönemde el ele
tutup “Yaşasın falanlar, filanlar!” dedikleri insanı/insanları bertaraf etme
üzerine yaptılar. O bertaraf edilirse, İslam dünyasında kendi popülaritelerini
yükselteceklerini, parmakla gösterileceklerini, haklarında “Baksanıza, bir yerdeki
düzeni Sünnî düşünce adına değiştirdi!” deneceğini ümit ettiler. Bir dönemde
beraber el kaldırdılar, alkış tuttular, “Çok yaşayın sizler!” falan dediler,
diğerleri de onlara “Siz de yaşayın!” dediler; fakat sonra “Onlara ölüm!” deyip
ölümleri adına ferman kestiler.
*Hâlbuki her şeyi kaba kuvvetle halledebileceğini düşünen
kimselere karşı daha firasetli ve basiretli stratejiler uygulanmalıydı.
Usturuplu olarak onların demokrasiye geçmelerini sağlamak akıllıca bir işti.
Komplikasyona sebebiyet vermeden problemi çözme işiydi. Neydi o iş? Mesela,
zamanında babasına denmedi, bari oğluna denirdi ki: “Biz de sizi destekleyelim.
Hem maddeten destekleyelim hem de orada bize sempati duyan insanlarla
destekleyelim. Seçime gidin; dört seneliğine siz seçilin; hatta ondan sonraki
dört sene yine siz seçilin. Fakat demokrasiye geçilsin.” Bir denenirdi bu.
Maalesef, biz bu istikamette tekliflerimizi dile getirirken hep dediler ki,
“Bir cami imamından nasihat mi alacağız?” Bakışlarından okuyorsunuz onu. “Bir
cami imamından nasihat mi alacağız? Aklımız erer bizim!” Demedik şey bırakmadık
biz, fakat her defasında dediğimiz şeyleri yüzümüze çarptılar. Bilmem kaç tane
zirvedeki insana Kıtmir anlattı ama Kıtmir, kıtmir olduğu için, dediği şeyler
kayda değer bulunmadı; dolayısıyla demediler, yapmadılar.
Suriye’deki problemi azdırıp kangren haline getirdiler!..
*Maalesef, çok yanlış bir yola girildi. Bugün o göçmenler
meselesi, Türkiye’ye gelmeleri, sığınmaları… Bakın, uluslararası bir problem
haline geldi. Dünya kadar insan bir yönüyle zâyi oldu. İffetini satarak
geçimini sağlamaya çalışan insanlardan bahsediliyor; iffetini satarak,
hırsızlık yaparak, dilencilik yaparak…
*Problemi yerinde çözmeyince, iş büyüdü ve kangren oldu. Bir
yandan, kapıları açarken mültecileri göçe teşvik ettiler; sonra diğer tarafı
kızdırdılar, esirttiler, adeta kudurttular.. ve yirmi milyonluk bir ülkedeki
problem bugün bir dünya problemi haline geldi. O kadını ve çoluk çocuğuyla
mültecilerin, o zayıf naif insanların maruz kaldıkları şeyleri, yollardaki
durumu ve Avrupa’daki hali görüyorsunuz!..
*O problemler, zamanında, meseleleri objektif olarak ele
alan insanlarla meşveret edilerek çözülebilirdi. Fakat acemice, hiçbir şey
bilmeden müdahale ettiklerinden dolayı üstesinden gelinmez değişik komplikasyonlara
sebebiyet verdiler. Nitekim bugünkü problemlerin arkasında Kapadokya’dan (!)
insanların tesiri, daha ziyade onların sebebiyeti görülüyor. Kapadokya (!)
insanları bu büyük probleme sebebiyet vermişler, kapı açmışlar ve onu
azdırmışlardır.
Meseleleri Don Kişot’lukla çözmeye çalışan kimselerin
dünyasında her zaman bir üçüncü cihan savaşından endişe ediyorum!..
*Bu açıdan, her zaman bir üçüncü dünya savaşı endişesini
taşıyorum. Bir de böyle bol keseden birbirine karşı meydan okumalar var.
Bağışlayın, özür dilerim, bu sözden rencide olacak gaybî insanlar, burada
bulunmayanlar da bağışlasınlar:
Meseleler Don Kişot’lukla çözülmez. Yel değirmenlerine karşı
savaşla çözülmez. Akılla, mantıkla, insafla, iz’anla meselelerin üzerine gitmek
lazım.
*Geçmişte kullanılan silahlar o güne göreydi; fakat şimdi
öyle değil. Bir cihan savaşına sebebiyet verilirse, dünyanın yarısı gider,
hafizanallah. Bağışlayın, şayet böyle tiz perdeden konuşulur, Don Kişot’ça
davranılır ve “Kimse bize akıl vermeye kalkmasın, gelecekleri varsa görecekleri
de var!” türünden iddialarda bulunulursa, büyük felaketlere yol açılır.
*Gücünün ve kuvvetinin sınırlarını bilemeyen İttihatçılar da
öyle yapmışlar ve devletler muvazenesinde denge unsuru koskocaman bir ülkeyi
helakete atmışlardı. Hâlbuki o coğrafya içinde yaklaşık iki yüz elli milyon
insan vardı; ta Sudan’ın en güneyine kadar her yerde o devletin gözünün içine
bakılıyordu. Ruslara karşı toyca ilan-ı harp edilince o kocaman devlet
paramparça oldu. Devlet idaresinden aciz, sadece kendi görüşlerinin zebunu
üç-beş tane toy sebebiyle devletler muvazenesinde denge unsuru olacak bir
sistemi kendi elimizle yıkıverdik. Hafizanallah, günümüzün toy
delikanlılarının, yeni yetmelerinin de böyle bir savaşa sebebiyet vermeleri her
zaman ihtimal dâhilindedir.
*Diplomasi.. diplomasi.. diplomasi!.. Bertrand Russell diyor
ki: “1. Cihan Harbi’nde şu oldu, 2. Cihan Harbi’nde bu oldu… Şayet bir 3. Cihan
Savaşı olursa, maktûl mezara gider kâtil de yoğun bakıma!..”
Atom bombasıyla değil ama zulüm bombaları sebebiyle fay
hatları da kırılabilir!..
*Hâsılı, ibadetlerimizdeki ihmallerin yanı sıra, kendi
içimizdeki boğuşmalar, işgaller, tahakkümler, tasallutlar ve tagallüpler
değişik musibetlere birer çağrıdır. Allah Teâlâ, bunları yapanlara basiret ihsan
ederek onları da zulümden ve haksızlıktan vazgeçirsin!
*Zira zulmün sonu, onlar için de başkaları için de
hezimettir. Mesela, bu zulümlerden dolayı bir fay kırılması olursa, bir sürü
masum insan da ölür. Yüreğim ağzıma geliyor her zaman; Marmara böyle kırılmaya
müheyya faylar üzerinde duruyor. O faylar, üzerinde atom bombaları
patlatmanızla değil de zulüm bombaları patlatmanızla kırılabilir; hafizanallah,
Sakarya zelzelesine rahmet okutturacak hadiselere sebebiyet verebilir.